Fotoğraf: Anadolu Ajansı (Arşiv)
Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun 24 Mayıs Salı günü Twitter hesabından yayınladığı videoda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve ailesinin yurtiçindeki vakıflar aracılığıyla ABD’ye para aktardıkları ve seçimin kaybedilmesi ihtimaline yönelik yurtdışına kaçma hazırlıkları yaptıklarına yönelik iddiaları, Türkiye’de haftanın en çok tartışılan konusu oldu.
Çoğunlukla “kaçış senaryosu” etrafında şekillenen itirazlar ve tartışmalar, meselenin en az onun kadar önemli bir diğer yönü olan, Kılıçdaroğlu’nun “sarı bürokratlar”a yönelik çıkışını gölgede bıraktı.
Oysa videonun bu kısmı, Kılıçdaroğlu’nun önümüzdeki yıl yapılacak olan seçimler için cumhurbaşkanlığı adaylığını ve bunun da ötesinde, secimi kazanma konusundaki iddiasını göstermesi açısından oldukça çarpıcıydı.
Devlet, iktidar, sosyalizm
Ayrıca -oldukça vahim olsa da- “kaçış senaryosu” iddiasının, video’nun genelinden bağımsız olarak ele alındığında, siyasi kutuplaşma içerisinde etki kazanması da ne yazık ki zor görünüyor.
Bu açıklamalar, Kılıçdaroğlu’nun “sarı bürokratlar”a yönelik ilk çıkışı değildi, son olacağını da düşünmüyorum.
Kapitalist devlet formunda yaşanan dönüsümler ve bürokrasinin artan önemi göz önüne alındığında, bu stratejik hamlelerin seçime etki etme potansiyelini göz ardı etmemek gerekir; fakat Türkiye özelinde devlet aygıtı ile iktidar partisi arasındaki ilişkinin özgün nitelikleri değerlendirmeye dâhil edilmeden çıkarılacak bir sonuç da eksik kalacaktır.
Yunan siyaset bilimci Nicos Poulantzas, 1978’de yayımladığı “Devlet, İktidar, Sosyalizm[1]” kitabında, kapitalist devletin yeni “normal” formu olarak adlandırdığı Otoriter Devlet’in, demokrasinin politik veçhesinde yarattığı dönüşümlere değinir. Yasama organı aleyhine yürütme organında artan güç yoğunlaşmasının en belirgin iki sonucu, bürokraside ve siyasi partilerin yapısında yaşanan dönüşümlerdir.
Bir yandan devlet formasyonunun örgütlenmesinde bürokrasi bir merkez ve aktör olarak güç kazanırken; diğer yandan geleneksel temsil fonksiyonlarını kaybeden siyasi partiler, bu merkezi ve aktörü kontrol etmek açısından kitle partisi (catch-all party) hüviyetine bürünmüştür. Bu kitle partilerinin rolü de bürokrasiye “çeki-düzen” vermek ve bu merkez ve örgütün ürettiği devlet politikalarına temsil ettiği kitleler nezdinde rıza üretmektir.
Bu çerçevede, AKP’nin yönetme ve kitleleri temsil etme krizi de göz önüne alınırsa, Kılıçdaroğlu’nun hem partisini hem de özel olarak kendisini bu konuma aday olarak öne sürdüğü söylenebilir.
Bürokratik oligarşi
Bürokrasi yekpare bir blok olmadığı için, farklı siyasi aktörler güçleri oranında etki kapasitesine sahiptir; fakat bürokrasinin yatay ve dikey hiyerarşik düzeni, bu etkileri sönümlendirmek üzere örgütlenmiştir.
Kılıçdaroğlu’nun çıkışı ise, bu örgütlenmeyi yeniden dizayn edecek bir projeyi temsil ediyor. Bu proje, halk desteğini sağladığı ölçüde “sarı bürokratlar” üzerinde etki doğurabilir.
Yine de yazının başında belirttiğimiz gibi, Türkiye özelindeki devlet-parti ilişkisinin dikkate alınması oldukça önemlidir. Sıklıkla ileri sürüldüğü gibi, iktidar partisi devlet aygıtı ile kaynaşmış veya devlet aygıtını kontrol eder konumda değildir; aksine, rejimin konsolide edilmesinin ve Cumhurbaşkanı’nın aynı zamanda parti başkanı da olmasının sonucu olarak, toplumun yeniden inşası yolunda çeşitli fonksiyonlar yerine getirmesi amacıyla devlet aygıtı tarafından kontrol edilmektedir. Ayrıca bürokrasi içindeki yatay ve dikey hiyerarşi, Erdoğan’ın emirlerine ve onun emirlerini cisimleştiren farklı aktörlere bağımlı bir örgütlenme ile neredeyse ortadan kaldırılmıştır.
“Beyefendi, Cumhurbaşkanı böyle istiyor” sözünü bir şifre olarak kullanan “bürokratik oligarşi”ye bizzat Erdoğan tarafından parti toplantısında gösterilen tepki[2], bu örgütlenmeye yönelik bir sitem olmaktan öte, bu durumun AKP içinde yarattığı huzursuzluğun önünü almayı amaçlamaktadır.
Kılıçdaroğlu, Erdoğan’ın kaçacağını iddia ederek kendini bir sonraki Cumhurbaşkanı olarak ortaya atarken, iste bu bürokratik oligarşiyi doğuran “önder prensibi”ni kırmayı amaçlıyor.
Bu stratejinin başarı şansı da CHP’nin tıpkı diğer ülkelerde sosyal demokrat partilerin yasadığı deneyime benzer bir şekilde kendini bir kitle partisi olarak yeniden kurması ve topluma alternatif bir siyasi proje sunmasına bağlı.
Kılıçdaroğlu’nun parti başkanlığına geldiği günden bu yana izlediği politikaların bu strateji doğrultusunda ilerlediği söylenebilir; fakat ne kendisi ne de partisi henüz bu konuma erişebilmiş değil.
Yine de adları muhalefetin adayı olarak anılan diğer aktörlerin bu amacı gerçekleştirmeye yönelik kuvveti, Kılıçdaroğlu’nu da el yükseltmeye itmiş gözüküyor.
Yönetim kademesindeki güç yoğunlaşmasının yarattığı kriz eğilimleri, görece ekonomik refah ve ideolojik manipülasyonlarla yaratılan kitle desteğiyle şimdiye kadar kontrol altında tutulabilmişti.
Partinin üye sayısı hala on milyonun üzerinde olsa da, ekonomik krizin de etkisiyle, AKP’nin siyasi projelerine kitle desteği günbegün eriyor. Diğer yandan, bürokrasinin AKP üzerindeki etkisi, parti tabanında Erdoğan’ın belirttiği gibi bir “metal yorgunluğu” yaratmış gözüküyor.
Bu durum, CHP’nin ve Kılıçdaroğlu’nun olmasa bile, Millet İttifakı’nın ve kitleleri harekete geçirecek bir adayın başarı şansını arttırıyor. Olası bir secim zaferi, Kılıçdaroğlu’nun video’da belirttiği cezalar doğrultusunda, bürokrasinin rengini değiştirebilir; fakat ortaya çıkan ton, tarihsel birçok örneğin bizlere gösterdiği gibi[3], madunların değil ancak sosyal demokrasinin kırmızısını temsil edecektir.
Almanyalı siyaset bilimci Johannes Agnoli’nin belirttiği gibi; modern kitle partileri, ancak bir birlik partisinin farklı versiyonlarını ortaya koyarlar. Halka karşı devlet iktidarını sürdürmek konusunda birlik oluştururken; bu iktidarı sürdürme konusunda kullandıkları yöntemlerle farklılaşırlar.[4]
(MEK/EMK)
[1] Nicos Poulantzas, Devlet, İktidar, Sosyalizm, Çev: Turhan Ilgaz, Epos Yayınları, 2006.
[2] “Erdoğan: Bürokratik Oligarşinin Yeni Şifresi, “Beyefendi böyle istiyor””, Bianet, 28 Kasim 2017.
[3] Almanya’da Sosyal Demokrat Parti tarafından 1972 yılında uygulamaya konulan ve bu sene ellinci yılını deviren Çalışma Yasağı (Berufsverbot), birçok radikal aktivistin devlet kademelerinde çalışmasının önünde hala bir engel teşkil ediyor.
[4] Johannes Agnoli, Die Transformation der Demokratie, Ca-ira, Freiburg, 1990, s.53.