Polonyalı yazar Stanislaw Lem, İkinci Dünya Savaşı’nda bir süre Nazi kamplarında tutulduktan sonra 1946 yılında Polonya’nın Krakow şehrine yerleşir ve burada tıp eğitimi alıp doktor olur. Yine bu süre zarfında şiirle ilgilenmeye başlar. Öte yandan da bilimsel yöntemler üzerine kuramsal araştırmalarla ilgili de yazmaktadır. 1950’lerin ortasında bilim kurguya yönelen Lem’in ilk kitabı 1955’te yayımlanır. Başlarda yazdığı bilim kurgu kitaplarında modern bilimi ve insani ahlâkı bir araya getiren Lem, daha sonraki yapıtlarında bilim kurguyu hiciv ve ironiyle harmanlar. Bunlara felsefi bir derinlik de katarak zamanla kendi üslubunu oturtur. Stanislaw Lem, 2006 yılının 27 Mart’ında hayatını kaybettiğinde, geriye 40’tan fazla dile çevrilmiş ve 27 milyonun üzerinde satmış 18 kitap bırakır.
Hiciv, ironi, absürdlüğün iç içe geçtiği, Soğuk Savaş’ın kurşuni bürokratik ortamını anlattığı “Küvette Bulunan Günce” de, yazarın, “hedef”i on ikiden vurduğu kitaplarının başında gelir. Alfa Kitap’tan Çiçek Öztel çevirisiyle yayımlanan “Küvette Bulunan Günce”, 3000’li yıllarda, isimsiz bir ajanın kendisine verilen “özel görev” belgesini bulmaya çalışmasını anlatırken, bürokrasinin anlamsız labirentlerinin insana nasıl da kafayı yedirdiğini büyük bir ustalıkla ele alır.
Uzak bir gelecek, bilinmeyen bir yer
Kitabın özel bir ajan olan isimsiz kahramanı, uzak bir gelecekte, bilinmeyen bir yerde, bir günce bulur. Tüm gerçeklik algısını yerinden oynatmasına rağmen Ajan, kendisine verilen “özel görev” talimatını alarak bir an önce işe başlamak ister. İlk olarak bu “özel görev”le ilgili Bina adı verilen bir karargâhta en tepede oturan kişiyle görüşür. Talimat kağıdını ondan alması gerekmektedir. Ancak adam kağıdı kaybeder ve onu başka bir alt birime yönlendirir. Gerekli bilgilere oradan ulaşabileceğini söyler. Ajan, o birime gider. Durumu anlatır. Karşısındaki kişiyle müthiş anlamsız bir muhabbete girer. Buradan da iş çıkmayınca başka bir birime yönlendirilir. Aynı prosedür burada da devam eder. Ancak görev aşkıyla yanıp tutuşan ajanımız pes etmez ve talimat kağıdının peşinden gitmeye devam eder. Bu kez bir papazla muhatap olmak zorunda kalır. Papaz, ona dinden imandan bahsederken saçmalamanın doruğuna çıkar.
İsimsiz ajan, onu da kendi dünyasında bırakıp yoluna devam eder. Bu kez karşısına çıkan kişi bir binbaşıdır ve o zamana dek Bina’da karşılaştığı en akıllı uslu insandır. Ajanı karşısına alır. Kahve ikram eder. Bina’daki işleyişten kendisinin de duyduğu rahatsızlığı dile getirir. Ajan’ı çok iyi anladığını, talimat kağıdını da vereceğini ve böylelikle görevine başlayabileceğini de söyler.
Gerçek, muğlak
Ajan bir nebze olsun rahatlamıştır. Nihayet kendisini anlayan, bu sistemin rezilliğinden şikayetçi olan, üstelik yüksek rütbeli biriyle tanışma olanağına erişmiştir. Binbaşı odadan ayrılıp geri döndüğünde ikisi de bön bön birbirine bakmaktadır. Ajan talimat kağıdının nerede olduğunu sorar. Binbaşı hangi talimat kağıdından bahsettiğini anlamadığını söyler. Ajan, her şeyi en baştan, tekrar binbaşıya anlatır. Fakat binbaşı kendisinde böyle bir kağıt olmadığını belirtir. Ve ikisinin arasında ta en başa dönen bir muhabbet başlar. Ancak Ajan’ın tüm bu saçmalıklar karşısında, zihinsel gücü tıkanmıştır. Yorgun, bitkin, kafası püreye dönmüş vaziyettedir.
Bir “yetkili” tarafından muayene edildiğinde, Ajan, artık devreleri yaktığının farkına varır ve bizzat kendisi Bina içinde bir akıl hastanesi olup olmadığını sorar. “Yetkili” olduğunu, zaten Ajan’ın da bir süre orada kalması gerektiğini söyler. Ajan akıl hastanesine yattığında, onunla beraber kalan üç kişiyle birlikte, dipsiz şişelerle dolup taşan bir içki sofrasına oturur. Burası zurnanın son deliğidir zira ne anlatan, ne anlatılan, ne de dinleyen gerçek mi değil mi, tamamen muğlaklaşır…
Stanislaw Lem, “Küvette Bulunan Günce”de, birbirlerinden tamamen habersiz insanlar tarafından işlemeye çalışan bir yapının, kısaca devlet mekanizmasının, işleri kağıdına uydurarak yürütürken, bunu bile yapmaktan aciz olduğu bir “sistem”i yerden yere vuruyor. Özellikle Yeşilçam’da nadir de olsa rastladığımız, aynı oda içerisinde bulunmalarına rağmen, çalışanların işgüzarlığı yüzünden bir imza için masadan masaya koşturmak zorunda kalan vatandaşın resmedildiği filmleri anımsatan absürdlüklerle dolu kitap, bireyi devletle yüzleştirirken, aynı bireyin devlet için ne “anlam” taşıdığına da ayrıca parmak basıyor. (BS/TY)