*Görsel afiş tasarımı: Gülhan Kaçar, İlkhan Akın
Türkiye tuhaf bir ülke. Tuhaflık iyi bir şey mi kötü bir şey mi ona karar vermek de size kalmış. Fakat bata çıka da olsa devam etme gücü verdiği kesin. Bir konuda umutlanıp o umudu paçasından sımsıkı kavrıyorsunuz, kopup elinizde kalıveriyor. Umutsuzluğa derin biçimde gömüldüğünüz bir anda da bir şey karşınıza çıkıyor, çekip çıkarıveriyor. Kendinden başkasıyla ilgilenmeye izin vermeyen bencil ebeveyn gibi işte. Ahmet Hamdi Tanpınar’ı aynı cümleyi harfi harfine aktararak hatırlamaktan sıkıldığım da çok anlaşılıyor değil mi?
40 Yıl
İstanbul Sözleşmesi'nden çekilmenin yaşattığı travmadan sonra çok kişi gibi ben de birkaç gün kendime gelemedim doğrusu. Sonra işte bir dizi ilginç süreç içinden sıyrılarak karşıma gelen bir kısa film izledim. Küçücük. Kısacık. Üç dakika. 40 Sal (40 Yıl). Van’da yaşayan lise öğrencisi Yusuf Saylık’ın filmi. Kalın bir kar tabakası halı gibi bir baştan bir başa örttüğü halde kimsesizliği, yoksulluğu ve çoraklığı kapanmayan bir köy. Yusuf bu filmi cep telefonuyla, dondurucu bir soğukta, günler boyu uğraşarak çekmiş. Yusuf’a elinde ve kalbinde ne varsa bu filme ve bundan sonra hep sinemaya yatırmasını söyleyen şey ne acaba? Tuhaflık muhakkak... Yusuf’un adını umarım ki bir gün hepiniz başka yerlerde ve başka kişilerden de duyacaksınız. Şimdilik o da kendi eviyle, kendi dedesi ve ninesiyle başlamış... Kırk yıllık bir derdi üç dakikaya sığdıran bir film. Henüz dünyanın riyasına bulaşmamış liseli bir oğlanın filmi.
Arkadaş Z. Özger'in belgeseli
Bu filmin hemen arkasından Ulaş Tosun’un Arkadaş Zekai Özger belgeselini izledim. Sakalsız bir oğlanın tragedyasını... Arkadaş Z. Özger “yaban” bir figür. Erkenden ölen bütün gerçek şairler kadar yaban...
Dünyanın yakasına çıplak bir adalet talebi ile yapışmış incecik, dal gibi genç bir adam. Sakalsız bir oğlan. Ateşli kelimeleri ağzından çıkıp dünyaya karıştığı anda buz kesmiş ve takır takır ayaklarının dibine düşmüş sanki. O zamanlar öyle olmuş olmalı gibi geliyor insana... Acı verici bir şey. Kaspar Hauser’in medeni dünyanın dilini öğrenip o dile yerleşmeye çabaladıkça hissettiği kadar olmasa da o türden bir acı.
Acı
"Konuşmaya başladığımdan beri düzenli bir biçimde ayağa kalkabilirim; fakat konuşmaya başladığımdan beri düşmek sadece acı veriyor; fakat acı hakkında konuşabileceğimi bildiğimden beri düştüğüm zaman duyduğum acı hafifledi; fakat düşüşüm hakkında başka birinin konuşabileceğini öğrendiğimden beri düşmek daha kötüleşti; fakat acıyı unutabileceğimi öğrendiğimden beri artık düşmek acı vermiyor; fakat düşmekten utanabileceğimi öğrendiğimden beri acı artık hiç bitmiyor."
Acının dille, anlatmayla, görülmekle ve görülmemekle ilişkili çok karmaşık boyutları var. Bunu çok iyi ifade eden bir pasaj. Arkadaş Z. Özger’in dili ve şiirinin bana Kaspar’ı neden hatırlattığını ise yine de bildiğimi söyleyemem...
Duygular
Arkadaş Z. Özger, Allah’ın dostu olmayı seçmiş. Rüyasında bu dostluğu görmüş ve “Arkadaş” adını bu dostluktan almış. Filmi Emek Erez Gazete Duvar’da çok güzel anlattı. O yazıyı da linkten okuyun lütfen. Ben daha çok Ulaş Tosun’un filminin canlandırdığı bazı duygularımı anlatmak ve bu ülkenin, umudun yakasından düşmememizi sağlayan tuhaf yanlarından söz etmek istiyorum. Bu duyguları yaşamak ve bu tuhaflığı kavramak için bir Arkadaş Zekai Özger şiirinin dizelerinden yuvarlana yuvarlana düşmek gerekiyor belki de.
...
al işte sana böyle yüze böyle güz
demeyin deseniz de sakal yok ya ucunda
bu güz vermedi tarla seneye bıyık kerim
ben ettim siz etmeyin sakal veririm size
iğne iplik elimde bıyık dikerim size
yanaklarım taşlıtarla kurabiye yer misiniz
sayın bayan dursanıza gözünüze kuş kaçmış
bu bıyık hiç gitmemiş sesinizin rengine
sakalınız uzamış inmiş ta belinize
at kuyruğu yapınız ya da örgüleyiniz
kedinizin bıyığını usturayla kesiniz
...
(Sakalsız bir oğlanın tragedyası şiirinden)
Kompartımansız
Çok kişinin söylediği gibi medeni dünya mütemadiyen şeyleri kategorilere ayırmakla uğraşır. Takıntılı biçimde raflara yerleştirir ve kompartımanlara ayırır. Bütünlük duygusu kurmayı ve meseleler arasındaki bağıntıyı görme yetisini zayıflatan bir alışkanlık. Her tür adalet talebinin de bu kompartımanlara uygun olması, iletildiğinde alınıp kendi rafına uygun biçimde yerleştirilmesi gerekir. Kimileri buna uyar, kimileri kompartımanlara tekmeyi basar... Dili ve kelimeleri yerinden söker. Gözümüze kuş kaçırır. Yüzümüze güz yakıştırır.
Arkadaş Zekai Özger onlardan biri. Ne kadar çok ve ne kadar güçlü biçimde sevmiş herkesi. 25 yaşına kaç hayat, kaç aşk, kaç ölüm sığdırmış aslında. Mektuplar yazmış hep... Kimini belli ki hiç göndermediği mektuplar. Denizlerin idamından tamı tamına bir yıl sonra 5 Mayıs 1973’te yeni diktirdiği takım elbisesiyle, sakalsız ve kimliksiz çıktığı evine bir daha dönememiş. Meşrutiyet caddesinde o narin, o kırılgan bedenine neredeyse “uygun görünen” diyeceğim bir ölümle bu dünyaya veda etmiş. Düşmüş ve ölüvermiş... Ölümünden bir iki yıl evvel polis tarafından feci biçimde dövülmesine ve kafasına aldığı darbelere bağlayanlar da var bu ölümü. Başka nedenlere de. Kendisi belki şöyle söylerdi; “Fakat çok da kurcalamayınız...”
Şairin el yazısı ile Hüzüm Mevsimi şiirinden bir alıntı (Halit Özboyacı Arşivi)
Sağlam bir arşiv
Ulaş Tosun belgeselde daha evvel hiç görmediğim ve nereden eriştiğini ciddi biçimde merak ettiğim, tam da iyi bir belgeselin günışığına çıkarması beklenen türden pek çok arşiv görüntüsüne ulaşmış. Esas hikaye Arkadaş Z. Özger’in dostlarının anıları aracılığıyla akıyor olsa da, bu muhteşem kayıtlar da dönemin ruhunu ve atmosferini capcanlı yakalıyor ve insanı içine çekiyor.
Tuhaflığa gelince, döneme bugünden baktığınızda kapıldığınız bir tuhaflık duygusu bu. ’70’lerin başında Ankara SBF Basın Yayın Yüksekokulundan mezun olmuş Arkadaş Z. Özger’in aynı okuldan ya da komşu Hukuk Fakültesinden, siyaset ve edebiyat çevrelerinden olan arkadaşları arasında Tuğrul Eryılmaz, Ertuğrul Kürkçü, Necla Zarakol, Hüseyin Peker, Ahmet İnam, Eşber Yağmurdereli ve Sina Akyol var. Bir de Arkadaş’ın kardeşi Şükran Tekin var. Neredeyse elli yıl evvel kaybettiği, incecik dal gibi abisini bir anlatışı var Şükran Tekin’in...
Başka zamanlar
Tuhaf ve etkileyici olan, Arkadaş Z. Özger’in eşcinsel kimliği ile ilgili konuşmaları, dönemi geriye dönük olarak okuyuşları değil sadece, bir zamanlar küçük bir yüksek okul çevresinde bu kadar “özel insanın” bir araya gelebilmiş olması. İnsan kumaşı... Her şey öyle farklı ki. Hayata ve mücadeleye şiirle, yazıyla, mektupla ve aşkla yapışmış insanlar. Edebiyat dergisi çıkarmayı hayatın en önemli şeyiymiş gibi önemsemişler... Dünya değişsin istemişler. Güzel gözlü, dalgın bakışlı ve dal gibi kırılgan, eşcinsel bir şair arkadaşı bir yandan hep aralarında tutarken, bir yandan da “Yalnızlığımdan yalnızlığım yalnız” diye tanımlayacağı bir yalnızlıkla da baş başa bırakmışlar. Yine de başka zamanlarmış...
Bugün bu ülke hala bitirilemiyorsa o tuhaf zamanlardan kalanların yüzü suyu hürmetine galiba.
Filmin adı mı? Tabii ki Merhaba Canım... Arkadaş’ın hayatını anlatan bir filmin adı bundan iyi ne olabilir? İzleyin. Kızılay’dan Cebeci’ye imkânınız varsa, bir yürüdüğünüzde, Sakallı Bir Oğlanın Tragedyası’nı mırıldanın. Onu anın. Şairleri unutmayın...
(SÇ/NÖ)