“öyle şeyler gördük ki
unutmam artık
unutmayalım artık.”*
Gece yarısı Doyran köyünden dönerken konuştuğumuz ambulans şoförünün tanıştıktan sonra bize söylediği ilk cümle: “Buralar hep hak ihlali!”
Öyle basit bir cümle muamelesi yapmak haksızlık olur. Uzun uzadıya düşünmek, önünü ardını, sağını solunu eşelemek icap eder. Cümle bir utanç vesikası.
Zira tam o sırada Yunanistan askeri nehrin içindeki beş göçmeni kurşunlarla geri püskürtmekle meşgul. Türkiye tarafı sessiz.
Yaralı olur diye bekleyen ambulans, kurşunlardan kıyıya yanaşamayan AFAD görevlileri, sabaha kadar ne olacakları belli olmayan nehrin ortasında beş göçmen. Zulümden kaçıp zalimden kaçamayanlar.
Zalim evrensel, hak değil.
Edirne çarşısından Meriç kıyılarına kadar her yer jandarma, her yer polis, her yerde her yerden gelen ama hiçbir yerin umursamadığı ‘kenardaki’ insanlar. Türkçe bilenler bilmeyenlerin derdini tercüme ediyor, Türkçe bilmeyenler savrulan azarlarla baş etmeye çalışırken…
Zalimin dili evrensel, mazlumun değil.
Genç bir Suriyeli grupla karşılaşıyoruz Pınarkule sınırının dışında. Tam düzen oturtmaya başlamışken -ikisi çalışıyormuş- ücretsiz olduğu iddia edilen ancak bilet kesilen otobüslerle toplanıp sınıra getirilmişler.
Alışverişten geliyorlar, son paralarını harcamışlar temel gıda ihtiyacına. İçerde yemek olmadığından, temel ihtiyaçlarını karşılayamadıklarından şikayet ediyorlar.
Biraz sonra bir Afgan aile gelip sohbete katılıyor, Türkiye tarafından ileri, Yunanistan tarafından geri itilenlerden. Sırtında Yunanistan askerinin kötü muamelesinin izleri var, açıp göstermek istiyor. Dinlemek isteyene hikâye, görmek isteyene yara çok.
Zalimin izi sınır-ulus tanımıyor.
Hastanelere doğru yol alıyoruz. Ölen bir Pakistanlı, yakınlarına üstünde bir etiketle siyah poşette eşyaları verilmiş: Kimliği Belirsiz. Kimliği belirsizin kimliği belirsiz yakınları yası sessiz tutuyor.
Belirsizlik mıntıkasında gürültü çıkarılamıyor, göze batmamak için orası. Ama zalimin kulağı delik, gözleri keskin, tahammülü yok: belirsiz olanın yası tutulamaz. Bir an önce hastaneyi siyah poşetle terk etmeleri isteniyor.
Zalimin buyruğu kat’i.
İhlal mayınları döşeli sınırda mültecinin her adımı tehdit. Dili farklı, dini farklı, üniforması farklı, duygusu aynı insanlar: Her ikisi de itiyor, biri ileri, biri geri. Biri için göçmenler silah, öbürü için tehdit. Sınırlar silaha karşı kalkan. Kimse için iltica hak değil: hak insanlığı ulus-devletler tarafından tanınanlar için, ‘devletinden kaçanlar’ için değil.
Hak egemenliğe bir kere daha yeniliyor: egemenlik beynelmilel zalimindir.
Gece iniyor. Köylere doğru gidiyoruz, yollarda turizm işiyle uğraşanlar. Mülteciler bir anlık turist. Öyle ya, döviz bırakıyorlar.
Piyasanın yasası yok, zulüm derhal tedavüldeki para birimine çevrilebiliyor.
Yönlendiriliyorlar: buradan değil şuradan geçin, öteden değil beriden geçin, ama yeter ki geçin. Başlarına ne geleceğinin ne önemi var buraları terk ettikten sonra, tecavüz edilebilirler, çırılçıplak soyulup işkence görebilirler, paraları ve telefonlarına el konulabilir, yüzleri maskeli plakasız araçlar kaçırabilir: kayıtsıza kayıt düşülmez.
Silinme ve sömürüyle yapılandırılmış, korunmaya ve değer verilmeye layık addedilmeyen hayatın hakkı ihlal edilemez zira… Çünkü yararlı ve uysal kılınamayan öldürülmezse ölüme bırakılır, ahlak ve yasa o bedeni/bedenleri terk eder. Yaşaması gereken ile vazgeçilebilen arasındaki ayrım tel örgülerden daha keskin, duvarlardan daha kalın, sınırlardan daha az geçişken.
Sabah dönüyor.
Gözden çıkarılabilir ve kurban edilebilir olanlar geri itilmiş. Hakka sahip olma hakkına erişmek için her türlü mayına basmış şekilde hak ihlalleri diyarına dönmüşler.
Çıplak ve çoğu kez yaralı.
Artık bir kamptayız. (LP/TP)
* Turgut Uyar
* Fotoğraf: AA