Muharrem, Diyarbakır’ın her daim renk cümbüşüyle gözleri şenlendiren, cıvıl cıvıl Çarşiya Şewitî’nin puşi, kaçak çay, tütün, kına malzemeleri satan esnaflardandı.
O yıl işleri ters gitmişti Muharrem’in. Çünkü kendisiyle birlikte eşi Fevziye de verem olmuştu. Hastalık çocuklara da bulaşınca doktor ve ilaç masrafları zorlamıştı. Sigortası yoktu, üstelik temiz bir havaya ve iyi beslenmeye ihtiyaç duyan bir hastalıktı bu illet.
Dükkanın kepengini indirerek, tası tarağı toplayıp akrabalarının bulunduğu İstanbul’a göç etti. İki yorgan, bir döşekle geldiği İstanbul’da Küçük Armutlu’daki bir gecekonduyu ev olarak tuttu. Beş çocukla işsiz-güçsüz perişan haldelerdi.
Haberi alan İstanbul’daki akrabalarından Müzeyyen vakit geçirmeden evlerine ziyarete geldi. Kış ortası yanmayan bir soba, rutubetten duvarları dökülen odasında sürekli öksürerek, kan tüküren Fevziye, yere serili ince bir kilimin üzerine oturmuş ekmek bekleyen çocuklar, içerisinde yiyecek namına hiçbir şey olmayan komşuların verdiği eski bir buzdolabı ile ev tam bir yoksulluk fotoğrafı veriyordu.
Müzeyyen kahrolmuştu. Fevziye’nin yattığı yer yatağının yanına çöküp ağlamaya başladı. Fevziye de gözyaşlarını tutamayarak, başladı anlatmaya hal-i pü’r melâlini.
Tam artık ağlamalar sesli halden hıçkırmaya dönüşmüştü ki, fakat o da ne? Fevziye birden yorganın altından elini çıkarıp mendiliyle burnunu silmeye çalışırken, sağ kolunda sapsarı ışıldayan sekiz tane Adana Burması bilezik Müzeyyen'e göz kırpıyordu.
Gözlerine inanamayan Müzeyyen, Fevziye’ye kolundaki bileziklerin altın mı yoksa sahte mi olduğunu sormaktan kendini alamadı. “Sahte bileziği niye takayım ki?” dedi Fevziye.
Müzeyyen dayanamayarak, “E peki bu kadar kötü durumdasınız neden o bilezikleri satıp ihtiyaçlarınızı gidermiyorsunuz?” diye sorduğunda Fevziye, “Öyle deme Müzeyyen Abla, onlar kötü günlerimiz içindir”…
Vahşet kelimesinin bile tam olarak karşılamadığı, yaşanan bu enteresan günler için yeni bir tanımlama gerektiren sürrealist acıların boy gösterdiği günlerden geçiyoruz.
Öyle ki; şehirler yakılıyor, yıkılıyor, insanlar yerinden, yurdundan ediliyor, her gün onlarca kişi katlediliyor. Cenazeler kaldırılmıyor. Sağ kalanlar ölmekten beterini yaşıyor.
Sakatlanmış ruhlarıyla boşluğa bakan, karanlıkta yolunu seçmeye çalışan, yaşayan ölülerin dolaştığı bir coğrafyaya döndük. Tek tek ölümler yetmedi, Cizre ile birlikte toplu katliamlar yapılmaya başlandı.
Madımak olayını Cizre’de bir kez daha yaşadık, hiç kimsenin kılı kıpırdamadı. Orada yanan insanların çığlığını kimseler duymadı.
Tanınmaz haldeki yanmış cesetlerin görüntüleri aileleri düşünülmeden sosyal medyada paylaşılıyor. “Cizre’de 60 kişi etkisiz hale getirildi” diyerek, (nasıl bir ruh haliyse artık) sevinç nidaları atılıyor.
Artık duymak bile istemediğiniz kardeşliğinizden utanıyorsunuz. Kürt cephesinde kıyamet koparken, Twitter’da Survivor “trend topic” listesinin ilk sırasında yer alıyor. Cizre’de ölenlerin, Survivor’un can suyu olduğu, unutulmaya yüz tutmuş sanatçı Yılmaz Morgül kadar bile değeri yok.
Göç, acı, yoksulluk, bombardıman, cenazeler, gelemeyen ambulanslar, keskin nişancılar kan ve can kayıpları... İnsanın kaldıramayacağı, yaşanabileceklerin en kötüsünü yaşamıyor muyuz?
Bundan daha beteri ne ola ki?
Kulaktan kulağa yayılan fısıltıya göre “Bunlar daha iyi günlerimiz. Asıl kıyamet bahar gelince kopacak”.
Yaşamın, umudun, dirilişin simgesi baharın yaklaşmasından bile korkar olduk.
Tıpkı yanmayan sobanın başında ekmek bekleyen Muharrem’in çocukları gibi Cizre’de kurşun izi olmadan yanan bedenlerin daha ne kadar çoğalmasını bekleyeceğiz?
Her yer Cizre’deki bodruma dönüştüğünde mi bozacaktık bileziklerimizi? (BD/HK)
* Fotoğraf: Cizre - Anadolu Ajansı