2024 Ocak ayında okurla buluşan Küçük Umutlar[i] alçakgönüllü bir tonla umudu ıskalamamızı hatırlatan ve bireysel/toplumsal/siyasal savrulmalarda kaybolup gitmemize razı gelmeyen bir anlatı. Yayımlandığı zamandan bu yana mutlaka üzerinde yazıldı, çizildi, konuşuldu, yazarıyla söyleşiler[ii] yapıldı; okur görüşlerini ve beğenilerini sosyal medya takipçisi edebiyat severler olarak okuduk. Benim içinse mecburen yaz aylarını bekledi. Nasılda söylenen söylenmiştir, desem de metin öyle kendine has bir tınıya sahipti ki, edebiyat yapıtının her okumada yeniden kurulduğuna, oradaki anlamların çoğulluğuna olan inancımla, kitaba ilişkin bir şeyler yazmadan edemedim.
Gönül Kıvılcım’ın romanı, ülkede son yıllarda iyice belirginleşen bir sıkışmışlık ve tükenmişlik duygusunun sindiği yaşam koşulunun öteki yüzüne, sokaktaki insanın, bakkalın, peynircinin, güzellik salonunda çalışan genç sevgilinin, hakkında dava açılmış yazarın ve diğerlerinin dertleri içinden bakıyor. Dolayısıyla günümüzü anlatan, okurda yankı bulan bir roman.
Beklenmedik ivmesiyle sosyal bir muhalefet enerjisini açığa çıkaran Gezi olaylarının patlak verdiği 2013 ile 2019 arasına yerleşen bir zaman diliminde, Gönül Kıvılcım kişilerini ve onları buluşturan olay(lar)ı kurmuş. Baş kişiler Bakkal Hasan ile yazar Leyla’nın çıkışsızlığı ve arayışlarının yanı sıra Gezi sonrası daha da daralan özgürlüklerin, siyasal baskıyla iyice sakatlanan toplumsal uzlaşmanın ve giderek yoksullaşan İstanbul’un bir kaydını buluyoruz romanda.
Kimileri ülkeden uzaklaşarak, kimileri kendini sağırlaştırıp körelterek, herkes kendince bu tuhaf ve kaygı veren gidişe göre konum almaya çalışadursun, Gönül Kıvılcım bu dönemin öteki yüzünü yoksul bir mahallede kişiler arasındaki ilişkiler üzerinden anlatmayı seçmiş. Bunu kurgu içinde kurgu tekniğiyle yapmayı seçmiş. Yazan ve yazılan (kişi) arasında öyküleme temelinde bir tür düelloyu da okura sunmuş. Konusu kadar tekniğiyle de okurun dikkatinden kaçmayacak bir metin.
İki kişi, iki hayat
Küçük Umutlar iki kişinin hayatının çevresinde örülen bir roman; iki farklı sosyal sınıfa dolayısıyla iki farklı dünyaya ait iki kişiyi buluşturmuş. Borca batmış mahalle bakkalı Hasan ile muhalif duruşuyla ve yazdıklarıyla hakkında dava açılan yazar Leyla’nın yolu Tophane’nin yoksul bir mahallesinde kesişir.
Bakkal Hasan, yaşadıkları hayattan iyice sıdkı sıyrılıp, kızları Elif’i de alarak Amasya’ya yaşlı ana-babasının yanına yerleşen karısı Asiye’yi özlemek, onsuz alışamadığı hayatını sorgulamak gibi derin derdinin yanı sıra tek kuruş ödemeyen alacaklıları ve borcunu kredilendiren bankanın haciz uyarıları karşısında, rafları boşalmış, ekmek ve kavurmadan başka neredeyse hiçbir şeyin satılmadığı bakkal dükkânıyla artık ne yapacağını bilemez. Romanın ilk sayfaları bakkalı tam bu açmazın içinde betimler.
“(…) Mahalle dökülüyordu, bakkal daha çok. (…) Bu mahalle onun mahallesiydi. Eksiğiyle, fazlasıyla. Şimdi veda vaktiydi. Rakıdan bir büyük yudum aldı. Üstüne bir nefes sigara. Ölmeye hazırlanıyordu.” (s.11)
“Borca, bankalara, senetlere, ipoteğe teslim” (s.13) olmuş bakkal Hasan’ın bu “ölmeye hazırlanma” durumu romanın başından sonuna kadar sürecek, her seferinde yeni bir veda mektubu yazacak, bir türlü karısına ve kızına göndermeyecek, “borca, harca, onu yok sayan bu dünyaya, en çok da yalnızlığa dayanacak gücü” (s.12) kalmamakla beraber, o mektubu sürekli yeniden yazarak, canına kıymak ve ölmekten korkmak arasında kalır ve bu, adeta bir yaşama tarzına dönüşür: “ya tam ölürken pişman olursa, ya öteki taraf burayı aratırsa” (s.12).
Olsun, her seferinde sil baştan yazacağı ve bir türlü son şeklini almayan veda mektubu artık onun ritüelidir. “Başarısız baba, başarısız esnaf, mahallenin yüz karası. Son bir not yazmayı dahi başaramıyordu. Kalktı ne aradığını bilmeden evin bir odasından öbür odasına gezindi. Kara kara ne yazacağını bilmiyordu.” (s.16) Bu sayfalarda anlatıcı anmasa da Asiye’yi uzaklaştıranın bu beceriksizliği olduğunu çok geçmeden anlarız. Severek evlendiği güzel Asiye ile ilk karşılaştığında büyülenmiştir. Kız da okumaya geldiği bu büyük şehirde Hasan’a tutunmuş, üniversite hayallerinden vaz geçmiştir.
“İki kabuktular tanıştıklarında. İstanbul’da sertleşmiş iki kabuk. Aileleri Anadolu’nun farklı şehirlerinden göçmüştü. Asiye o zaman neredeyse [on dokuzundaydı]. Hevesleri vardı. Annesi okuyamamıştı, o okuyacaktı.” (s.15) Böyle başlar hikâyeleri oysa şimdi hayata ve karısına nasıl veda edeceğini düşünürken, karısının onun “en büyük şansı ve şanssızlığı” (s.12) olduğunun bilincindedir. Üst üste alınan krediler ve borçlulardan tahsil edilmeyen paralar sadece bakkalın değil evliliğin de sonunu getirmiştir. Tabii burada ona en ağır gelen, mahalleliye karısının kendisini bırakıp gittiğini, “asıl felaket, karısının ipi koparıp özgürlüğünü ilan etmesi” olmuştur (s.17).
Roman böylece duygusal ve maddi iflasın eşiğinde yoksul bir mahalle bakkalının çöküşü, iç hesaplaşmasıyla başlar; banka, borçlar ve alacaklılar arasında sıkışmış sıradan bir Hasan’ı sahneye çıkararak başlar. Hemen ekleyelim, bir türlü son haline kavuşamayan bu mektup gibi, Hasan’ın kendini öldürme şekli de kafasında değişir durur: Galata Kulesi’nin terasından mı kendini aşağı bıraksa yoksa denize mi kendini atsa; bir tüp ilaç uzunca bir süre aklına yatmış gibi dursa da evin ya da dükkânın camından kol damarını keserek canına kıymak gibi seçenekler de aklında dolaşır; bu tasarılar Hasan’ı canından bezdiren sıkıntıların baskısı bir yana, ona roman kişisi olarak bir özellik katar. Kararsızlığı, yukarısıyla arada sırada pazarlığa oturmaya kalkması, borç-alacak mengenesindeki duruşu (tıpkı durmadan yazılıp yırtılan mektup gibi), kısaca bu “tekrar eden” ve “sürgit” tereddüt durumu hikâyeye dozunda, belli belirsiz bir mizah katar. Hasan tam da bu özelliğiyle okuru ne sinirlendirebilir ne de onda acıma uyandırır. Kendi başına açtığı sıkıntıların altında ezilen arada kalmış bir kahramandır.
Hasan’ı yakından tanıdığımızda kızı ve karısına olan sevgisi ve özleminin gerisinde, bakkalı markete dönüştürmek üzere kendi başına aldığı kararla krediler çekmesi bir yana, ona yardım etmek isteyen Asiye’yi zamanla (yoksulluğun yanında bir de dükkâna gelenlerden kıskanarak) bunaltan bir erkek profili karşımıza çıkar. Karısı ve kızına olan bağı içten ve duygusaldır ancak erkek dünyasının kodlarıyla davranmaktan başka bir şey de bilmez. Bu nedenle ondan başka erkek tanımamış, her şeye rağmen evliliğine sahip çıkmak istemiş Asiye’nin, sonunda şiddetli geçimsizlik nedeniyle boşanma kararı almasına engel olamamıştır. Hasan’ın beceriksizliğine bakarsak:
“Bir zamanlar karısının günden güne şişen karnı onun eseriydi. Peki şimdi? Karısının gözünde sünepeydi” (s.17) diyen anlatıcı gibi okur da bu beceriksiz adamın sonunda kendini öldürmeyeceğini ama başka maceralarla daha da zor durumlarda kalacağını sezer. Onu yıkan alacaklar ve düşüncesiz alınan kredilerin borcu Hasan’ı günümüz Türkiye’sinden tanıdık bir fotoğraf olarak sunar. Asiye’ye, aile olduktan sonra bir türlü erkek gücünü kanıtlayamaması kadının ondan iyice uzaklaşmasına neden olur.
Burada Charles Bovary ile bir akrabalık düşünemez miyiz? Uzaktan akrabalık tabii. İki roman uzamının toplumsal ve kültürel kodları birbirinden ne kadar farklı olsa da içine düştükleri kendini kanıtlama çaresizliği ve “sümsük”lük ikisini birbirine yaklaştırmaz mı? Tabii ki Asiye bir on dokuzuncu yüzyıl kahramanı değil; Gönül Kıvılcım’ın kaleminden çıkmış, bugünün Türkiye’sine ait, arkasına bakmadan kızını da alıp Amasya’ya gidişi onu Asiye yapıyor.
Auerbach Mimesis’te Charles ile Emma’yı sofrada betimleyen bir paragrafa yer verir. “Vasat ve sıkıcı” Charles yemeğini o kadar ağır yer ki Emma giderek katlanılmaz bir sıkıntı, bir “antipati”ye kapılır. Emma’nın çaresizliğini mükemmel yansıtır bu paragraf. Bu kasvetli yemek odasında Emma yavanlığı hisseder ancak “kendine dönük muhasebeye özgü serinkanlı içerikten yoksundur (…) Emma bunu yapabilse Emma olmazdı” der Auerbach (çev. Herdem Belen-Hüseyin Ertürk, İthaki, 2019). Roman başladığında Asiye zamanla sinir olmaya başladığı kocasından çoktan ayrılmıştır.
Anlatıcı böylece Hasan’ın, Asiye’nin, kızları Elif’in hikâyesini parça parça roman içinde kurar ve 4. Bölümden itibaren, Hasan’ın mahallesindeki yoksul apartmana taşınan yazar Leyla’yı roman örgüsüne katar. Hasan gibi Leyla da romanın temel kişilerinden birisi olarak kendi hikâyesiyle belirir. O da tanıdık bir fotoğraftan okura bakar. Gezi olayları sırasındaki muhalif duruşu ve ertesinde yazdığı roman yüzünden hakkında dava açılmış Leyla evi şafak baskınlarıyla tarumar edilen yüzlerce kişiden biridir.
Aslında Hasan gibi o da bir çıkmazdadır ve bir karar aşamasındadır. Birçok arkadaşı gibi bu ülkede kalmak ya da sürgünü seçmek arasında kalmıştır. İkisini çok başka bir açıdan birbiriyle ilişkilendirmiş Gönül Kıvılcım. Hasan bir türlü veda mektubu yazamaz ya, Leyla ise sakıncalı bir roman yazmış, yani sözünü düşüncesini yazıya taşımış ve sonucunda takibe ve baskına uğramıştır. Düzeni “darmaduman” olmuş, romanına “suç unsuru” olarak el konmuştur (s.34).
Leyla’nın son taşındığı ev, sokaklarında ve evlerinde farelerin cirit attığı, yabancı öğrencilerin evlerinin pencerelerine yumurta atan komşuların yaşadığı, Tophane’de bir mahalledir. İşte biri yazamayan (yani veda edemeyen) diğeri olanları yazdığı için cezalandırılan iki baş kişi anlatının iki eksenini kuracak, Leyla Türkiye’nin dönüşümünü, Hasan yoksul bir mahallede borca batmış bir küçük esnafın dönüşümünü temsil edecektir.
Roman kimin tarihidir?
Gönül Kıvılcım Gezi olaylarının patlak verdiği 2013 yazı ile İtalya’da 2019 yılında Cenova kentinde çöken köprü faciasını olay örgüsünün sınırını çizen iki zamansal nokta olarak almış. Olayları ve kişileri “toplumsal ayaklanma” ve “çöküş” arasına yerleştirmiş. Romanı başlatan mahalle betiminde, sokaklarda (zehirlenmiş) farelerin leşleri, borca batmış sefalet içindeki bakkal dükkânı, evi sabaha karşı baskına uğramış ve davası süren bir yazar ve ölmekten başka yolu kalmayan bakkal, hepsini bir araya getirince karanlığı anlatan bir roman akla gelmekte. Ancak roman ilerledikçe başlıkta yer alan küçük umutların bu anlatı kişilerinin, özellikle de kadınların gündelik hayatlarında, savrulmalarında, onları ayakta tutacak, onlara yeni kararlar aldıracak yaşamsal bir güç olarak metne yerleşmesiyle, karanlığın değil, kendi halinde ve alçak sesle, buradayım, diyen sessiz bir umudun romanını okuduğumuzu anlıyoruz.
“Kırılan sadece kapı olsaydı. Temsili Türkiye haritasındaki çatlaklar da gitgide çoğalıyordu. Bir kabuktu çatlayan. Ulusun kabuğu. Batı’daki çatlamalara benzemiyordu bu. Fay hatları çokluydu ve tam ülkeden umutlanacakken her şey sil baştan oluyordu. Ülke hızla değişiyordu.” (s. 55) Üstelik hemen her gün ülkede enflasyonun düşeceğini haber veren bir bakan, mahalleyi görünmez bir düzen içinde yöneten cemaatler ve küçük esnafı boğan bir ekonomik buhran vardır. Leyla romanın başından itibaren bir karar alma aşamasında gösterilir.
Hayal kırıklıklarının (duygusal, toplumsal ve siyasal kırılmalar, memleketin hali), ufukta beliren tehditlerin (yaşam biçimine müdahale) tam ortasında, içinde giderek güçlü biçimde duyduğu “yıkım”dan geriye kalan nedir Leyla için? “Kaçak anılar” (s.55) diyor anlatıcı; kaçak anılar kadar, okur Leyla’nın ayakta kalma dürtüsünü de hissediyor. Asiye gibi, Hülya gibi, Leyla da -okurun gözünde- kadınların savrulmalar karşısında ezilip gitmeyeceğinin bir kanıtına dönüşüyor.
Ağır bir hesaplaşma Leyla’yı daraltmaktadır: “Düşündükçe tıkanıyordu. Doğduğum memleket hiç bitmeyecek bir kamaşma, diye düşündü. Acının fazlası tıpkı ışığın fazlası gibi gözleri kamaştırıyordu. Patlayan bombalar, yaklaşan fırtına. Ancak edebiyatın filtreli gözlüğü aracılığıyla bakabilirdi kopan çıngara ve büyük yıkıma.” (s.55). Bu hesaplaşmayı, Gönül Kıvılcım’ın romanla olan ilişkisini düşünmemize ve okurun alımlama ufkunu dikkate almamıza imkân veren metin içi bir “argüman” şeklinde düşünmemek elde değil. Kırılmaların, kopuşların, büyük dönüşümlerin eşiğinde “bugünün dünyasında var olmak” için edebiyatla ruhunu ve yüreğini sağaltmaya çalışan yazar ve okurları içinde alan bir argüman gibi okunuyor Leyla’nın duruşu.
Davası görülürken, yazdığı romanla, iyiliği anlatmak istediğini hâkime anlatmaya çalışır. Ancak iyiliği duyamayacak kadar yoğun bir gündemi vardır ülkenin. Bu zorlayıcı koşulda yeni bir ülke arayışı kaçınılmaz olur; Leyla bir kez erkek arkadaşı ile yola çıkıp sınıra varmadan tek başına geri döner, bir kez de avukatın ayrıntılı kaçış planına uymasına ramak kala bir balıkçının yanına sığınması, burada yaşamaya devam edeceğini sezdirir.
Özgürlük göçle, sürgünle mi gelecektir, yoksa bu kavganın ortasında, kendine, bedenine, anılarına sadık kalarak, yeni bir solukla umudunu yitirmeden burada durarak mı? Leyla’nın ikilemi okuru yakından ilgilendirir. Roman, ikilemi trajik bir koşul olarak sunmaktan özenle kaçınır. Bu nedenle olası göçün, bir tasarı halindeki kaçışın kalp ağrısı sinmemiştir anlatıya. Leyla’nın mecbur kaldığı seçim ağır bir travmadan ziyade (travmanın varlığına rağmen) açık yüreklilikle olanlara bakabilen ve edebiyatla soluklanmaya çalışan bir kadının insani seçimidir. Tıpkı yaşananları ve kolektif hayal kırıklığını unutmama “inadı”yla başladığı romanının ardındaki “psikolojik dürtü” gibi, olanları anlatmadan geçip gitmeye niyeti olmayan ve bedel ödeyen kadın yazarın kararı gibi (s.38).
Bu nedenle belki, romanın ilk bölümlerinde ortaya çıkan fare leşleri mahallenin gündelik hayhuyunun parçası olsa da okura Gönül Kıvılcım’ın büyük bir kuşatmanın anlatısı olan Veba’ya göz kırptığını düşündürebilir; kaldı ki “abluka” sözcüğü de birkaç kez Gönül Kıvılcım’ın metninde geçer. Veba’da salgının alarmı olan bu leşler Küçük Umutlar’da kent yoksulluğunun, eski ve bakımsız bir mahalleyi kuşatan sefaletin işaretidir.
Hatırlandığı üzere, kapatılan Oran kentinde insanlar özgürlüğü özler, karantinadaki şehirden kaçma fırsatları ararlar; baskılar karşısında bu türden insani reflekslerin anlatımı Kıvılcım’ın metninde kaçma, kurtulma, ülkeden başka yere göç etme gibi çözüm arayışlarına yakın durur. Veba salgını Alman istilasına karşı direnişin bir alegorisi olarak kabul edilmiş, Camus hümanist ve mütevazi bir yaklaşımla, mücadeleyi, dayanışmayı, umutsuzluğa karşı uyanık bir bilinçle gerçeği görerek direnmeyi anımsatmıştır insanlara. Gönül Kıvılcım’ın romanının böyle bir düşünsel iklime uzak durmadığını söyleyebiliriz.
Yazmak, anlatmak
Roman içinde romanın (Leyla’nın sakıncalı romanı) kahramanı Emir, Gezi olaylarına bakarak tarihi kimin yazdığını sormuştur: “Ülke sürprizlere gebeydi. Kopan çıngarı aşağı mahalleli birinin gözünden anlatıyordu romanda. Emir tarihi kimlerin yazdığını soruyordu. “Diyorlar ki burada tarih yazılıyor. Sormak isterim onlara, fırıncı Ahmet Abi yazsaydı mesela neler sığardı o kitaba?”” (s.34)
Gönül Kıvılcım’ın romanında ablukada kalmış ülkede, mahallede yaşayan kadınları izleyerek gündeliğin tarihini okuruz. Yazar biraz da Leyla’ya delege ettiği romancı kahramanı üzerinden bize Gezi sırası ve sonrasındaki Türkiye’yi anlatmakla kalmaz, yoksul sınıfın yaşam mücadelesini, her gün değişen dönüşen İstanbul’u ve değişime direnen yoksul mahalleleri, bu mahallelerin halkını anlatır. Romanlar kadar göçmenler de hikâyenin dokusunda yerlerini alır: “İstanbul heyula bir mıknatıstı, göçmenleri çekiyordu. Halas, welcome, buyurun. Diller birbirinin labirentinde kayboluyordu. Yeni Babil Kulesi diye düşündü şair.” (s.93)
Bu çok sesli dünyada kadın yazarların sesine yer vermiştir anlatıcı.
Leyla’nın akrabalık bağı kurduğu birçok kadın yazarı analım. Tomris Uyar’ın Günleri Tortusu düşünen, yazan, üreten kadınların ülkenin siyasal kırılma hatlarındaki yorgunluğunun bir türlü iyileşmediğini, iyileşme umudu olmadığını anımsatır; ev baskınında yerlere saçılan kitaplar arasında özellikle kadın yazarlar, Leyla Erbil, Pınar Kür, Sevgi Soysal yine Leyla’nın (ve Gönül Kıvılcım’ın) soyağacındaki yazarladır. Sadece yazar olarak değil, yaşanan siyasi gerilim ve bunalımlara tanıklık anlamında da bu adların varlığı romanın tarihsel olaylarla diyaloğunu güçlendirir.
Romanın başında “Memleket arapsaçı” (s.27) der Hasan: kendi hikâyesi de öyledir, Leyla’nın hikâyesi de. Peynirci Halil’in, sevgilisi Hülya’nın, Asiye’nin, Elif’in de hayatı arapsaçıdır. Hiç kimsenin rahatı yoktur, ama arkadaşlarıyla, sevgilileriyle, özlemleriyle vardırlar. Özellikle kadınlar işte tam bu kendi halinde ve var olan koşullar içinde kararlar alarak yaşarlar. Romanın kendine has tınısı bu var olma durumunu anlatan sakin dilde duyulur.
Bunun yanı sıra, romanın gündelik dile öykünen üslubu yazınsal niteliğini korumuş. Bazı ad tamlamalarında duraksadıysam da (Hasan’ın ev, onların mahalle, gibi) bunun yazara özgü bir kullanım olduğu anlaşılıyor: insan hallerini tam oldukları gibi metne taşımak üzere samimi bir ifade biçimini seçmiş. Hasan’ın çaresizlik içinde debelenirken günü gelince Leyla’ya ettiği kötülük, kötülüğüyle insanın insan olma hali gibi, insanın doğasını hep göz önünde tutan bir anlatı.
Erkeklerin biraz da kendi yarattıkları ve itkilerle, üstünlük dürtüsüyle kurdukları moral düzenin karşı tarafında, aynı aktörlerin hoyratlığına, düşüncesizliğine, hayatın vurdumduymazlığına rağmen kadınların kendilerine, “muğlak” (s.56) da olsa aşka/sevgiye, bedenlerinin isteklerine kulak vermeleri; sıradan, geçici, anlık ama gerçek bir ilişkiye evet diyebilmeleri ve her şeye yeniden başlayacak cesareti bulabilmeleri romana adını veren “küçük umutlar”ın önemli bileşenleri. Değişen dönüşen İstanbul’u, kendi koşturmacası içinde İstanbul’da yaşayanları, Gezi’yi, Türkiye’nin içine girdiği salınmayı, kadın-erkek hikâyelerini bugünde düşünmek için önemli bir metin. Çünkü gelinen noktada Leyla’nın da dediği gibi “Bundan sonrası, küçük umutlar” (s.56).
Dipnotlar:
[i] Gönül Kıvılcım, Küçük Umutlar, 296 sayfa, Everest Yayınları, 2024.
[ii] Bir Yazar Bir Kitap/Gönül Kıvılcım - Küçük Umutlar
(NÖK/AS)