Bu hafta bir avuç akademisyen kalkıp Diyarbakır'a gittik. Akademisyen olarak büyük bir gücümüz, tesirimiz, öğretecek aklımız olduğundan değil. Sadece "sizi duyuyoruz, yanınızdayız" demek için. Yani öncelikle öğrenmek için. Bu yazıyı orada gördüklerime, duyduklarıma ve döndükten sonra aldığım tepkilere istinaden yazıyorum.
Açlık grevleri sona erdi. Bülent Arınç konu hakkında şöyle buyurmuş: (Ne yazık ki bu insanları, grev yapanlardan daha çok dinlemek zorunda kalıyoruz): "Biz hükümet olarak da şahsım olarak da olayın hep insani yönü üzerinde durduk ... Onların hayat bütünlüğünün, sağlıklarının bizim için çok önemli olduğunu söyledik. Grevlere dayanak olarak gösterdikleri konuların Türkiye'de demokratik haklar konusunda her zaman görüşülebileceğini tartışılabileceğini ifade ettik... Türk milleti büyük bir üzüntüden sıkıntıdan kurtuldu. Umarım bundan sonra bu tür eylemlerle karşılaşmayız. Türkiye demokratik bir ülke, bir hukuk devletidir."
Ben de tekrar edeyim, belki kırk kere söyleyince olur: "Türkiye demokratiktir, ülkedir, hukuktur."
Sanıyorum bu insanlarla aynı ülkede yaşamıyoruz, aynı olayları yorumlamıyoruz, aynı meseleleri konuşmuyoruz. Ama basit bir fikir ayrılığı değil bu. "Türk" milletinden bahsediyor hâlâ Arınç, onun büyük bir sıkıntıdan kurtulmuş olduğunu söylüyor. İnsanların büyük kısmına normal geliyor belki bu cümle: "Ya ne diyeceğiydi?" Ama Diyarbakır'da bu cümleyi duyanlar ellerini kaldırıp ekrana doğru lanet okuyor. Kürt halkının sıkıntısı isimsiz kalıyor gene, onlara hâlâ "sen de Türk'sün" deniyor. Bülent Arınç ve diğer yetkililer anlamıyorlar galiba, ağızlarından çıkanı duymuyorlar.
Fakat ben bu yazıda uzun uzadıya bunlardan bahsetmek istemiyorum. Derdim Diyarbakır'da gördüklerimi aktarmak. Hüküm süren karamsarlıktan bahsetmek. Bu karamsarlığın sebeplerini, sıkıntının geçtiğini zannedenlerin dikkatle dinlemesi gerektiğini düşünüyorum.
Grev bitti, evet. Konuştuğumuz insanlar hapishanedeki arkadaşlarının, çocuklarının, kardeşlerinin ölmeden grevin bitmiş olmasından ötürü elbette çok mutluydular. Konuşurken insanların gözleri doluyor, sözleri yarıda kalıyordu. Belki kısmen mutluluktan; ama aynı zamanda bedene sinmiş acılar açığa çıkıyordu. Tamiri zor acılar...
Grev bitti bitmesine; ama Kürtler için sorunlar devam ediyor. Pazar günü yaşanan bu büyük sevince eşlik eden bir kızgınlık, karşı tarafa duyulan büyük bir güvensizlik de vardı Diyarbakır'da.
Bu krizin başarıyla idare edildiğini düşünenlere belki her şeyden evvel orada konuştuğumuz yetkili bir ağzın verdiği bilgiyi aktarmak gerekiyor. "Son on beş günde Diyarbakır'dan iki yüz seksen kişi dağa çıktı."
Bunu öğrencilerime söylediğimde bir an durdular. "Yani terörist mi oldular?" diye sordu biri. Nereden başlamalı? İsimlerin, kategorilerin, olayların bir tarihi olduğu nasıl anlatılabilir?
Anlattım. Dersler, en azından böyle bir fırsat sunuyor. Ama konuşmak, bilhassa dışarda konuşmak, çok zor. Mayın tarlası gibi cümleler. Beni senelerdir tanıyan biri, Diyarbakır'dan bahsederken (ve aslında gayet iyi bilmesine rağmen) PKK'lı olup olmadığımı sordu laf arasında. Tam soru gibi değil, daha ziyade diğerlerinin beni böyle zannedebileceğini söyledikten sonra verilen ufak bir es. Ama benim cevap vermemi gerektirecek kadar da uzun bir süre. Emin olmak için...
"Bazen kopasım geliyor" dedi Diyarbakır'da tanıştığım bir kadın.
Kopmak, yani dağa çıkmak. Akıl almaz davalar açılmış hakkında. Biri şu: Kadınların çadırına saldıran polislere karşı barikat oluşturmuşlar. Bu esnada tepelerinde uçan helikopterden üstlerine gaz bombası atılmış. Bu kadın da hemen önüne düşen gaz bombasını uzaklaştırmak için bombaya tekme atmış. Bu da polis kamerasına takılmış. Davanın konusu: Kamu malına zarar vermek!
Anlatırken gülüyor. Komik mi, emin olamıyorum. Ama gülmek dışında ne yapılabilir!
Devlet suçlu olduğuna inandığı insanlar hakkında hükmünü zaten vermiş. Gerisi detay. Her zaman ciddi deliller bulma zahmetine de girmiyor üstelik. Güya delil adı altında akla zarar şekilde yorumlanmış görüntüler, cümleler, belgeler, kumaş parçaları insanları senelerce hapse gönderebiliyor. O yüzden kendini savunmak kimi durumlarda anlamlı bile değil. "Neyi savunacağım", diyor konuştuğum kadın. "Gelecek sefer attığınız bombaları sokaktan toplar, size geri getiririm, kamu malını korumuş olurum, olmaz mı?" Ben gene gülemiyorum.
Böyle söylemenin kulak tırmalayan bir tarafı var, biliyorum, ama pek çok insan layıkıyla "suçlu" bile olamıyor bu memlekette. Sur Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş, üç ayrı davadan aynı anda yargılanıyormuş. Örgüt yöneticisi olmak, örgüt üyesi olmak ve son olarak, (örgüte üye olmayıp) sempatizanı olmak. "Kimlik bunalımı yaşıyorum" diyor o da gülerek. "Bunlardan birini seçin, ondan yargılayın, ben de ne olduğumu bileyim," demiş hakime.
Bu mantıksızlık, basit bir mantıksızlık değil. Patriarkal devletin genel karakteri. Karşıdakine kapris yapan, inatçı, tutarsız, kindar, bir yandan şefkat elini uzatabilen ama bir yandan dayak atan baba figürü. Karşıdaki de haliyle çocuk. Birine bir hak verilecekse, devlet verir. O hepimizi bilir, o hepimizi hizada tutar.
Ama işte sorun şu: Karşıdakiler çocuk değil. BDP'li bir yetkilinin söylediği şu: "Artık ya kardeş olacağız ya komşu. Komşu olmak çok acı, bunu bu topraklardaki herkes biliyor. Ama ne olursa olsun artık köle olmayacağız. Otuz beş sene evvelki Kürt yok artık."
Meseleleri taşra gazetelerinden takip eden (taşra derken, İstanbul-Ankara merkezli, aslında yerel gazete sayılması gereken Hürriyet-Milliyet ve diğerleri...) çoğunluk için galiba bunu kabul etmek bir hayli zor. Hâlâ "ülkeyi bölecekler" korkusu hakim. Hâlâ "sivilleri öldürüyorlar" deniyor. Oysa siviller uzun bir süredir ölüyor, ülke uzun süredir paramparça ediliyor ve bunun en büyük suçlusu devlet, devletin peşine takılan suskun vatandaş. Sivil ölümleri ancak ve ancak büyük şehirlere taşındığı zaman kamuoyu (bu unutkan ve taraflı kamuoyu) hassaslaşıyor. Siviller köylerde ölünce sessizlik, Ankara'da ölünce vahşet! Ölüm karşısında bile taraftarlık bitmiyor. Hangi mesele nasıl bitsin!
En mutedil insanlar dahi, "sonuçta iki taraf da suçlu" diyor. "İki taraf da bu olayı çözmek istemiyor." Sanki iki taraf denkmiş gibi...
Oysa ortada denklik falan yok. Bir taraf öldürdüğünde ismi terörist oluyor, yakalandığında (infaz edilmezse) hapse giriyor. Diğeri öldürdüğünde genelde bir şey olmuyor. Sahi, mesela Mardin-Kızıltepe'de on üç kurşunla öldürülen on iki yaşındaki silahsız Uğur Kaymaz'ın katillerine ne oldu? Ben söyleyeyim: Hiçbir şey! Sekiz senedir dışardalar.
O yüzden "iki taraf da suçlu" demek ne yazık ki bilindik inkâr siyasetinden başka anlama gelmiyor. İki taraf da suçluysa, sivillerin ölümü bu kadar kızgınlık vericiyse, işte Halep işte arşın. Adil olun! Çünkü iki taraf da suçlu deyip hayata devam etmek, aslında işlenen suçlara iştirak etmektir. Filistin meselesinde "iki taraf da suçlu" dendiği zaman olmuyor ya hani...
"İki taraf"ın da dışına çıkmak gerekiyor o halde. Bulunduğumuz nokta her neyse, neresiyse, başka yollar açmak, başka temaslar kurmak. Hocam Nükhet Sirman'ın dediğini mealen aktarıyorum: Demokrasi demokrasi diyoruz. Aslında bu olay ne kadar önemli bir fırsat demokrasi için. Kürtler için değil sadece, hepimiz için. Elimizin tersiyle itiyoruz.
Üzücü aslında. Yaşananları "savaş" olarak adlandırıyoruz ve böyle demenin bir anlamı var elbette. Ama bazen dilim varmıyor benim savaş demeye. Birinin tankı, topu, füzesi, Skorsky'si, jeti var; diğerinin yok. Gene de kalleş olan onlar. Biri silahını dev ihalelerle Amerika'dan, İsrail'den, Almanya'dan alıyor; ama dış mihraklarca desteklenenler keza gene onlar.
Aymazlık mı, cahillik mi, saf haldeki ikiyüzlülük mü bunun adı? Eşitsizlikten sebeplenen toplumsal kesimlerin körleştiğine, en ucube açıklamalara inanabildiğine (mesela siyahlar insan değil, Filistinliler terörist, Kürtçe diye bir dil yoktur ve daha binlercesi...), vicdanının kirlendiğine tarihte tekrar tekrar rastlıyoruz. Ne yazık ki bu kesimler kendi rızalarıyla terk etmiyor elindekileri. Acı, ama durum bu.
"Türk kamuoyunun haberi olsa gerçeklerden..." diye hayıflanıyor konuştuğumuz bazı Kürtler. Oysa galiba mesele sadece "habersizlik" değil, daha derin. Arkadaşım Murat Es'in bir tespiti geliyor aklıma:
"Milliyet sitesinde açlık grevi, Öcalan, Irak, Suriye meseleleri geçince yorumlar, 'yesinler birbirlerini, kalleş Araplardan bize ne, hakkımı helal etmem, yazık memlekete/şehitlere' gibi dahiyane üç kelimelik cümlelerden ibaret. Velakin iş spor sayfasında Messi-Ronaldo karşılaşmasına gelince on yıllık istatistikler ortaya seriliyor, yarım sayfa yazılar yazılıyor, gayet soğukkanlı bir şekilde çok yönlü analizler yapılıyor. Neymiş? Akıl, izan, mantık seçici olarak kullanılıyormuş ki yıpranmasın hassas dimağlar."
Eşitsizlikten faydalanmak, seçici olmayı gerektirir. Tutarsız olmayı, çifte standardı ve hatta gerekirse uzun boylu düşünmemeyi zorunlu kılar. Belki durumdan rahatsız olmayı, ama sonuçta var olanı muhafaza etmeyi gerektirir.
Son olarak, Diyarbakır'daki karamsarlığa dair... Karamsarlık diyorum ama bahsettiğim karamsarlık atalet anlamına gelmiyor. Artık geriye dönmek mümkün değil çünkü. Hiç kimse vazgeçmekten bahsetmiyor. Sadece devlete ve Türk tarafına olan inanç giderek zayıflıyor. Roboski katliamı bir kırılma noktası olmuş. Eskiden de Kürtler cahil, aptal, ikinci sınıf vatandaş muamelesi görürlerdi. Ama Roboski'de ölenlere "insan" muamelesi dahi yapılmadı. Hiddet böyle birikiyor işte ve gitmiyor. Devletin bahşettiği iki-üç hakla da bu derin uçurum kapanmayacak gibi gözüküyor. Çünkü devlet hâlâ kendini baba zannediyor.
Sırrı Süreyya Önder'in Diyarbakır'da grevin bitmesinin ardından yaptığı konuşma işte tam buna itiraz ediyordu. "Söke söke alınan haklar" dedi Sırrı Süreyya. Bağırmadı, ama kelimelere bastıra bastıra söyledi bunu. Ortamdaki derin sessizlik yerini zılgıtlara, alkışlara, gözyaşlarına bıraktı. (SOZ/HK)
* Sezai Ozan Zeybek, Sabancı Üniversitesi Kültürel İncelemeler