Şirin Yazıcıoğlu’nu ilk kez Mart 1965'te Ankara’da yapılan “Kozlu Olayları”nı protesto mitinginde görmüştüm. Demirel’in Başbakan, Çağlayangil’in Çalışma Bakanı olduğu hükümet, Zonguldak’ta topluca işi bırakan binlerce maden işçisinin üzerine asker ve jandarmayı sürmüş, iki işçi jandarma kurşunu ile ölmüş, çok sayıda işçi yaralanmıştı. Olaylar o yılların işçi mücadelesinde önemli bir dönüm noktasıydı.
“Kozlu Olayları” öğrencilerin politik mücadelesinde de önemli bir başlangıçtı. İlk kez üniversite gençliği başkentte işçi sınıfıyla dayanışmasını düzenlediği bir yürüyüşle gösteriyordu. Yürüyüşü, Siyasal Bilgiler Fakültesindeki sosyalist öğrenciler bazı sendikalarla birlikte düzenlemişti. Sendikalardan birkaç kişilik katılımlar vardı, topluca sayımız 200 dolayındaydı.
Seyrek aralıklarla Cebeci’den Gar’a kadar yürüdük. Hemen herkesin elinde bir döviz vardı, etrafımızda da o zamanlar sayıları pek fazla olmayan sivil polisler. Birinci Şube’den görevli bir memur sürekli fotoğraflarımızı çekiyordu. İçimizdeki birkaç kız arkadaştan biri “yahu biz de bu adamın fotoğrafını çeksek ya” diye konuşuyordu. Grupta bir tek galiba bende fotoğraf makinası vardı ve Şirin’in “ajitasyonu”na gelmiştim! Yürüyüş sonunda Çankaya polis merkezinde kısa bir süre “misafir” edildim.
İzmir’den Ankara’ya TİP’li ve türkülü yıllar
1965 sonrası Şirin’le yollarımız Türkiye İşçi Partisi ve öğrenci hareketleri içinde zaman zaman kesişti. Orta Doğu Teknik Üniversitesi'ne (ODTÜ) parti yayınlarını getirdiğini hatırlıyorum, bir de güzel sesiyle söylediği türküleri, mesela kendi bölgesinden “Boncuklu Gelin"i. Yaptığı her işte son derece ciddiydi. Parti disiplinine aşırı bağlıydı. Siyasi konularda espriye bile tahammülü yoktu.
Şirin, daha İzmir’deki lise yıllarında dikkati çeken bir kızdı. Bekir arkadaşımız o yılları şöyle anlatıyor: “Sevimli, toplu ve isyankar olarak algılamıştım ilk gördüğümde. Aklının yatmadığına evet demeyen, düşündüğünü de mutlaka ifade eden kimliği ile öne çıkıyordu. O yıllar İzmir yoğun kültürel faaliyetler içindeydi ve Şirin her faaliyette Kız Lisesi adına vardı.”
Şirin için Metin (Çulhaoğlu) arkadaşımız “gençlik yıllarımda hep korktuğum ve ‘her an fırça atma’ modunda gördüğüm nadir kadınlardandı” diyor. Anlaşılan bu durum son yıllarda da devam etmiş. En son görüşmelerinde Metin’i Almanya’dan arayıp bir kitabında Hikmet Kıvılcımlı’yı neden es geçtiği konusunda fırçalamış.
Sinan’la evliliği ve 12 Mart günleri
“Şirin 1960’ların devrimci öğrenci kızlarından biriydi; ama güçlü, korkusuz, güvenilir olanlarından biri... Yere sağlam basıyordu ayaklarını. Kendine güveni kuşkusuzdu ve tehditler karşısında gözünü bile kırpmayacağı apaçıktı” diyor Akın . Akın’ın bu söyledikleri ve Şirin’in Sinan Cemgil’le hayat arkadaşlığı konusunda anlattıkları çok can alıcı gözlemler. Şirin, o “ihtiyatlı, sabırlı ve soluklu gerçekçiliği”ni evliliğinde de sürdürdü.
Sinan, Kızılay’da “Destek Yılmaz”ın bürosunda mimari proje ödevini hazırlarken Şirin ona yardım etmeğe çalışıyordu. Sinan arandığı günlerde Ankara’dan Aydın’a giderken yanındaydı. Yolda arızalanan otomobili sabaha karşı bir kamyona yüklemiş, otomobilin içinde de ikisi, Sinan’ın dayısının Aydın’daki “Pınarbaşı” köşküne ulaşmışlardı. Şirin’in bu sorumluluk duygusu Sinan farklı bir mücadele yolunu seçtiği zaman da devam etti. 1971’de Sinan artık Ankara’da yoktu, aranıyordu, belki dağlardaydı, ama Şirin elinde Sinan’ın imzaladığı bir dilekçe ile ODTÜ’ye Sinan’ın bir yıl izinli sayılması için başvurmaya çalışıyordu.
Sinan’ın kendisininkinden farklı siyasal tercihine, anne babası Adnan ve Nazife Cemgil gibi Şirin de saygı gösterdi. 12 Mart’ın karanlık günlerinin bir bölümünü Şirin, “Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu”nun tutukluları arasında geçirdi. O günlerden kalan bir fotoğrafta Şirin’i koğuş arkadaşlarıyla görüyoruz. Fotoğraf 25 Aralık 1971 günü çekilmiş. Soldan sağa, ayaktakiler; Feyhan Tolgay, Sema Karagözoğlu (ve kedi “Felikis”), Serpil Kurtgözü, Sibel Şerifoğlu, Sevim Onursal, Nihan Şerifoğlu, Emine Dinç, Şirin Cemgil, Hale Hamuroğlu, Meral Kayır, Mehtap Güçlü, Tülin Bingöl, Güler Koç, Semay Taneri. Oturanlar; Mahiye Pekmezci, Naciye Öncül, Hülya Zağyapan, Ümit (gardiyanın oğlu) ve Nurten Gezer.
Buldan’daki evde geriye kalanlar
1971 sonrası görüşemedik. Son kez yollarımız 1995’te, bu kez gıyabında, doğduğu kent Buldan’da kesişti. İzmir’den bir grup mimar Buldan’da envanter çalışması yapıyorduk. Yöresel mimarinin çok güzel örneklerinden bir evi bize gezdiren yaşlıca, ama dinç bir hanımın duvardaki “Greta Garbo”ya benzeyen gençlik fotoğrafı dikkatimizi çekmişti. İlgilendiğimizi gören evin hanımı, “eskiden her Pazar, o kıyafette belediye bahçesine giderdik, şimdi başı açık gezilmiyor” dedi.
Evin bir odasında 1971 yıllarının Cumhuriyet gazeteleri istiflenmiş duruyordu. Duvardaki Saatli Maarif Takviminin son yaprağı, Sinanların Nurhak’ta vurulduğu 31 Mayıs 1971 tarihini gösteriyordu. Sonra Sinan’ın sararmış gençlik resmine ilişti gözlerimiz. O zaman anladım nerede olduğumuzu. Sarıldık birbirimize Şirin’in annesiyle. Eski günlerden, Sinan’dan, Taylan’dan söz ettik. Umarım o güzel ev, o güzel insanlarıyla, bugün Şirin’siz de olsa öylece duruyordur.
Şirin, ışıklar içinde yat. “Evvel giden ahbaba selam olsun...” (AŞ/EK)