Annem tevatür etti, onun annesi paytak bir kızmış daha. Dedem rahmetliden az evvel dünyayı yetim koyup gittiğinde annem de o yaşta paytak. Öyle resimsiz bir uzaklıktan anlatırdı ki, onun en gerçek öyküsünde, memenin ve sütün kokusundan, çiçekli bahçelerde asılı kalmış seslenişlerden, sözcüklerin arkaik tınılarından kurulmuş kırık dökük bir aile mitolojisinin buhuru sızardı bize.
Tombul kadife gelinliklere...
Belleğimde Bizans alem-i devrinden kalma, suskun kale duvarlarına yaslanmış ahşap odalar duruyor. Ben çocuk ve o yaşlıların zihin bulanıklıklarına benzeyen loş odalar. Bayramlık büyüklerimizin bizlere sarılarak tombul kadife gelinliklerine, delikanlı atlara ve uzaklara doğru kondurdukları vehimli öpücükler, kırışıp kaldı yanaklarımızda.
Annemin öksüz kızları olan kelimelerle dil verdiği geçmişin gidilemez uzaklıkları o odalara açılıyordu sanki. Bense öpücük ve tokat tadındaki kelimelerin Freudcu ağırlıklarından, ilkokul dördüncü sınıf tarih kitabından, yüzyıllık uykusundan gencecik uyanan Üzeyir Nebi'nin (dedem Üzeyir)öyküsünden, Köroğlu'ndan, Şahmeran'dan, tarihsel maddecilikten ve başka pek çok şeyden oluşan bir belleksel karışım içinde canlandırabiliyorum dünyadaki yokluğuma derinleşen bu kuyu ağızlarını...
Annem, onun annesinin bu dünyada yaşadığının neredeyse tek kanıtı olarak dikiliyor kuyuların başında. Telekom hattından bana ulaşan sesi, Berlin'de anımsamaktan -nedense?- pek hoşnut olduğum bir masalın olanca gerçekliğini duyuruyor.
Bu global köyde özlediğim annem derdi ki...
Bu benim zaman ve mekan içre patlarcasına sıkışmış global köyde yıllardır özlediğim annem, tevatür ederdi ki, denkleri Saraybosna'da topladılar .İlkokul üçe dek okuyabildiğinden, acep ne zamandı bu hal, annem onu bilmez. Ben büyüyüp mürekkep yaladıktan sonra masallara tarih düşürmeyi biraz öğrenebildim. Miloseviç'ten, NATO bombardımanından, hatta Tito'dan da evveldi. Ne Talat Paşa şehr-i Berlin'de Ermeni komitacıların kurşunlarına, ne Arşidük Ferdinand, büyükbüyükanne Saraybosna'da anarşist piştovlarına Niyazi olmuştu daha... Balkan Harbi dolaylarında sattılar tarümar toprakları, gelip İznik'e kondular. Konuş o konuş.
Annem der ki, dedem Kosova taraflıdır. Ben anlarım, devr-i Enver göçmeni (Hoca değil, Paşa Enver). Sahra topu başında bir seferberlik resminden tanıdığım dedem, kahrından ölüp gitmeden önce çocuklarını götürüp en büyük baldızına bırakmış. Gencecikten ölümlerin hırpaladığı küçük kuzenleri barındıran o teyze evini ben de gördüm. Sonradan ipek böceği bakımına ayrılan bu evde büyümüş, bu evden gelin gitmiş annem. Bu yüzden o, babasını da pek bilmez, teyzesine çekmiştir. Kızınca Arnavut damarı yerine Boşnak damarı tutar. Öyle çok teyzesine çekmiştir ki, romatizmalarına kadar.
Yanında besmeleyle oturup kalktığımız bu Reşide teyzeyi biz Nano diye çağırırdık. Boşnakçayı dedikodu ve kavga dili olarak kullanan boy boy teyzeler, yengeler arasında bayram ziyaretleri, çocukluğumun en kalıcı anıları arasında yer alır. Şişmiş romatizmalı bacaklarıyla sedirinde tüneyen kuluçka tavuğu gibi sevecen ve hırçın bir kadındı Nano. Boşnakça kadar anlaşılmaz ve uzaktı bize. Ne yapsak, ne etsek tovbe tovbe diye guruldardı durmadan. Sevgi dolu ve öfkeli tavırları arasındaki hızlı geçişlerin ayırdına ancak yanından ayrılınca varabilirdik.
Boşnakça; Benim için teyze dili
Bizim de anladığımız tek tük kelimeler dışında, annem de Boşnakça bilmez. Gene de biz ondan Boşnakça sevilmeyi , börek ve dayak yemeyi öğrenebildik. Onun için Boşnakça, sırrına asla eremediği, belirsiz kokular, okşamalar, çınlamalardan oluşmuş ölü bir annenin diliydi. Ekşimiş süt tadını çağrıştıran kekremsi duygularla dolu ses öbekleri. Benim içinse, bahçeden duyduğumuz gıdaklamaları andıran bir teyze dili oldu sadece.
Annem anlatırdı, Yeşil Cami mahallesinde böceklik diye bildiğimiz konak benzeri o büyük eve yerleşmişler. Başlarında Haminne. Ne kadar dilsiz, ne denli yalnız kalmışlar bu dünyada, ne derin bir güvensizlik beslemişler ki dünyaya, aylarca evlerinden dışarıya çıkmamışlar. Kapılar kilitli, pencereler örtük. Yahu kimdir bunlar diye meraktan çatlamış konu komşu. Ölüler mi, sağ mıdırlar, bir ihtiyaçları var mıdır? Rasime Tetka Boşnak, dayanamamış sonunda, tıkırdatmış kapıyı. Haminne bu, korka korka çıkmış, ama nerden bilsin Türkçeyi. Boşnakça bir şeyler mırıldanmış Rasime Tetka'ya.
Meğerse Tetka da pek bir yalnızlık çekermiş. İki Boşnak, kapıda acı acı haykırarak, sarmaş dolaş bir güzel ağlamışlar.Ahretlik bilmişler birbirlerini. Telefonda anneme sordum, kimdi bu kadın, Haminne'yle ağlaşıp duran? Dedi ki: Ben bilmiyorum, duydum, o zamanlar iki ayrı Bosna varmış. Bir tanesi başşehir gibi bir yermiş, Saraybosna dedikleri kibar bir muhit. Öbür Bosna da, asıl Bosna'nın köylük tarafları herhalde.
Bizimkiler kibar muhitte yaşıyorlarmış. Rasime Tetka öbür Bosna'dan gelmiş. Annem, anlatıldıkça gerçeklikleri bozulan bu öyküleri merakla, açlıkla dinlemişti sanıyorum.
Köklere sarılarak dengelemek
O bölük pörçük anlatıyı bize aktarırken duyduğu gururla karışık hazzı anımsıyorum da, kendisinin yarattığı bir mitolojiye ne sarsılmaz bir gerçeklik duygusuyla bağlandığını anlayabiliyorum. Öksüz bir kız çocuğunun tarifsiz yoksunluğunu övünçle köklerine sarılarak dengeledi o.
Bense annemin anlattıklarında hüzünlü bir masalın tadını duymuşumdur hep. Varlığımla, doğurulmuşluğumla ona yaptığım katkıyı anlayamadan. Yıllar sonra Almanya'da benzer kederlere düştüğümde bu masalın kayıp figürleri, dünyanın benim yaşadığım şu anına doğdular.
Düşündüm de, ölülerle aramızda bağlantılar buldukça ya da aslında bağlantılar yarattıkça, masallara kendi yaşamlarımızdan doğan bir gerçeklik, canlılık kazandırıyoruz. Ölülerle bağlarımız da ölmektedir çünkü. Daha doğrusu, ölüme, yokluğa doğru açılmaktadırlar. Onlarla aramızda bağlar icat ettiğimizde ölüler bizim ölülerimiz, masallar da bizim hayatımız olur.
İnsanın çevrimlere, yinelenmelere dayalı iç dünyasıyla, dış dünyada gidenin geri döndürülemezliği arasındaki çelişkidir ya bizim gerçekliğimizi kuran. Masal, gideni başka kılıklarda geri getirir. Göçen, giden, insanlar değildir yalnızca, masallar da göçebedir.
(BD/NU)