Yezidiler mavi giymezler.
Kürtlerin kırmızı sevdası, ölüm döşeğindeki bir Kürde son isteği sorulduğunda kırmızı rengi görmek istediği hikâyesi ile anlatılır.
Roman kadınları, rengârenk dilek ağacı gibi giyinmeyi severler.
Hemşinli kadınlar parlak boncuklu puşileriyle başlarını kapatırlar.
Alevi kadınların kınalı saçlarındaki koyu kızıl renk, hiçbir boya katalogunda bulunamayacak kadar güzeldir.
Laz kadınlarının geniş kalçaları umurlarında değildir. Dersim kadınlarının keskin yüz hatlarına siyah renk çok yakışır.
Bu yazdıklarıma moda dergilerinde rastlanmaz. Rastladıklarımız da markalara ilham veren etnik temalardır. Moda beğenilere, hatırasıyla anlamlandırılmış nesnelere müdahale etmeden önce her üst baş, her takı tercihi "oldu/olmadı" kararlarına bu derece bağlı değildi. Herkes de memnundu orasından burasından.
G. Simmel "Modadaki hızlı değişim, nesnenin kişiliğin bir parçası haline gelişini olanaksız kılıyor" demişti. Rahmetli şimdiyi görse ne derdi acaba?
Moda sektörü, tıp sektöründen daha iyi çalışır. Hastalık öldürür, imaj köleleştirir. Kapitalizm tercihini modadan yana koyar. Yani imaj her şey değildir belki ama çok şeydir.
Bu yüzden modanın kalbi New-York'ta değil hemen herkesin kalbinde atar. İftira diyeceksiniz. Doğru, çıplak dolaşmıyorsanız aklanabilirsiniz bu iftiradan.
Modanın hedef kitlesi, şehrin mutena semtlerinin mutena caddelerinde "kırık el" pozisyonundan hiç ayrılmadan dev çantalar taşıyan kadınlar, kol düğmelerine adının soyadının baş harfini yazdıran adamlar değildir sadece.
Görmüşü-görmemişi, sağcısı-solcusu, orta yolcusu, hayat yolcusu modanın sinsi diktelerinden nasibini alır.
Kapitalist endüstri, İstiklal'de İspanya İç Savaşı'ndan çıkmış gibi duran kırmızı eşarplı kadına da, Fatih sokaklarında sıkça karşılaştığınız şalvarlı adama da kendi fıtratlarına uygun nizamda "kreasyon" ayarlaması yapar.
İmaj çağıdır şunun şurasında. Amacınız da amaçsızlığınız da beş metre mesafeden belli olur.
Kabul edersiniz ki çapaçul halde emlak bürosuna giren biri ne kadar ciddiye alınırsa son model arabasıyla banka soymaya gelen biri de o kadar inandırıcı olur.
Bir de çakma-kandırıkçı imajlar var. Genellikle şehrin en yoksul muhitlerinde rastlanır bu tiplere. Tıklım tıkış otobüste elinde iPhone telefonu ile "oynayan" adamlar, iğneyle kuyu kazar gibi aldığı marka kıyafetleriyle o otobüste trajikomik duran kadınlar...
Asgari ücretlerle asgari seviyede yaşanan yarı burjuva hayatlar. Her maaş günü meta seraplarına bir adım daha yaklaşacaklarını umanlar. Oysa ayranı yoktur içmeye, ıPhone'la gider işine gücüne.
Ortaçağda "Jokmaalen Şölenleri" yapılırdı. Ev sahiplerinin ve hizmetçilerinin rollerini değiştirdikleri bu şölenlerde hizmetçiler bir günlüğüne de olsa efendilerinin yerlerine geçerlerdi.
Yeni dünya düzeni en az üç maaşınızı verip alacağınız bir çantayla dahi sizin -birkaç dakikalığına da olsa- "dünya sahiplerinin" yerine geçmenizi sağlayamaz. Allah var, büründürdüğü imajla karınları tok tutar. Meta serabı ömrünün sonuna kadar çalışıp, çabalamasını sağlar.
Moda, imaj demişken aklımıza "Bugün Ne Giysem" konseptli programlar geliyor tabii. Bahsi geçen program birkaç modacı-ikoncan karışımı jüriden ve gelenin gideni arattığı onlarca kadın yarışmacıdan oluşuyor.
Çünkü şaşkınlar, kendilerini beğendirmek zorundalar. Önce çul çaput alışverişlerini izlediğimiz bu kadınların toplamda harcadıkları para, çoğu ailenin bir aylık geçinmeye çabaladıkları paradan daha fazla. "Müft olsun da zift olsun" der eskiler.
Yerine göre güzel de demişler. Kapitalist algı ise günün insanına ucuz olanın bayağı, pahalı olanın kıymetli görüldüğü tüketme kültürünü dayatır.
Programımıza devam edelim. Giyinip kuşanıldıktan sonra jürinin karşısına çıkılıyor ya da program formatının farklılığına göre diğer yarışmacıların karşısına çıkılıyor. Birinin ayakkabısı öbürünün eteğiydi derken burunlar kıvrılıyor, "olmamışsın" deniliyor ve kadınlar gerisin geri gönderiliyor.
Kendisi de bir televizyoncu olan Fred Friendly'ın sözü geliyor akla.
"Amerika'da televizyon en kötüsünü yaparak o kadar para kazanıyor ki, en iyisini yapmaya para ayıramıyor."
Bu gerekçenin Türkiye televizyonculuğu için de geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Kanallar "Bir gün 15 dakikalığına rezil olmak" isteyenlere onlarca seçenek sunuyor.
İmaj çok şey değil belki ama çok şey. Emniyet mensubu da böyle düşünüyor. Bilmem ne marka deri ceket üzerine boyna dolanan siyah-beyaz puşi kimisi için şıklık, kimisi için ise tutuklanma, aylarca içeri tıkılma sebebi.
Birinin maksudu etnik konsept, diğerinin gösterişi örgüt üyeliği. Puşinin birçok Kürt ilinde yediden yetmişe herkes tarafından kullanıldığı bilinmiyor.
Veyahut biliniyor da Kürt olmak örgüt üyeliğine yetiyor. Veyahut puşinin imaj olarak kullanılmasına değil de kültür nesnesi olarak evlerde tutulmasına bozulunuyor.
Peki, Ogün Samast'ın beyaz beresini "simge" olarak takanlara ne demeli? Puşi örgüt üyeliğine delil olabiliyorsa, beyaz bere de derin devlet ilişkilerine hayli hayli kanıt olabilir. Absürtlük illa olacaksa eşit absürtlük istiyoruz ki verdiğim örnek o kadar da absürt değil. (FG/HK)