Füsun Erdoğan'ın iletişim yasağı dönemi boyunca yayınlayamadığımız mektuplarını dizi olarak yayınlıyoruz.
Füsun Erdoğan açlık grevine 5 Ekim'de başlayan Gülbahar Alpsoy (ortada) ve 15 Ekim'de başlayan Azime Işık'la etkilikte.
Dört duvar arasında süresiz dönüşümsüz açlık grevleri haberlerini izlemek, insanı bambaşka duygulara sürüklüyor.
Kurulan demagojik cümleler.
Yalan, iftira, çarpıtma, kara propaganda...
Dışarıda tutsakların sesi olmaya çalışan ailelere, duyarlı kamuoyuna, BDP'ye, devrimci parti ve örgütlere karşı sözsel ve fiziki saldırılar.
Tazyikli su, biber gazı, gözaltılar, tutuklamalar, coplu polis şiddetinin yanı sıra; Bursa, Edirne gibi bazı batı illerinde devlet eliyle eylemcilere, Kürt halkına karşı örgütlenmiş ırkçı-linç girişimleri.
Koğuşları ve hücreleri öfkeyle, isyanla dolduruyor!
PKK ve PJAK'lı tutsakların başlattığı süresiz, dönüşümsüz açlık grevi ellili günlere dayanınca.
Başbakan Erdoğan'ın eylemle ilgili karalama, kara çalma girişimindeki düzeyi de hayli düştü!
Haberleri izlerken beyaz camdan akan görüntüler eşliğinde sık sık 1996 süresiz açlık grevi ve ölüm orucu ile 2000'de başlayıp yıllarca süren ölüm orucu direnişinde tutsaklara, ailelerin yaşatılanlar bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçiyor.
1996'yı Bayrampaşa Hapishanesi'nde yaşadım.
Yine bir polis komplosuyla İbrahim evden çıktıktan hemen sonra, bense radyodan çıktıktan sonra Taksim Meydanı'na açılan Sıraselviler Caddesi'nden kaçırılarak gözaltında alınmıştık.
Evimiz, işyerimiz sabit olsa da...
O yıllarda TMŞ polisleri gözaltına alacakları insanlara en başından kaybedilme duygusu, korkusu yaşatmak için.
En basit gözaltı işlemini bile sokak ortasında silahlı sivil giysileriyle polisler insanın üzerine çullanarak, o kötü ünlü meşhur beyaz Reno'ya bindirerek yapıyorlardı.
15 günlük işkenceli sorguların ardından savcılıktan serbest bırakılmayı beklerken; polisin savcıyla yaptığı pazarlık sonucu tutuklanmıştık.
Bu pazarlığa tesadüfen avukatımız denk gelmişti!
Tutuklanmamızdan çok kısa bir süre sonra Mayıs ayında süresiz açlık grevi başlamış; biz de açlık grevine Bayrampaşa Hapishanesi'nde katılmıştık.
O gün temel talepler arasında Eskişehir tabutluğunu kapatılması ve Mayıs genelgelerinin iptalli vardı.
Aç günlerimiz ilerledikçe koğuşları saran aseton kokusu; gün ve gün eriyen bedenlerin hızla ölüme yaklaştığının habercisiydi.
Açlık grevinin 45. gününde eylem ölüm orucu gönüllüsü direnişleriyle ölüm orucuna dönüşürken; TİKB davasından tutsaklar açık grevini kitlesel olarak sürdürme kararıyla eyleme devam ettiler.
Açlık grevine on gün ara veren tutsaklar ise, 55. gününden itibaren yeniden açlık grevine başlarken, ölüm orucunun ikinci ekipleri de direnişi ölüm orucu olarak sürdürecektik.
Dışarıda ailelerin, kitle örgütleri, aydın ve sanatçıların çabaları Adalet Bakanlığı'na adım attırmaya yetmemişti.
Dönemin Adalet Bakanı, Şevket Kazan:
"Kantinleri boşaltmışlar, yiyecek stoku yapmışlar, onları tüketiyorlar." diyerek adi, aşağılık bir demagojiyle eylemi ve eylemcileri karalamaya çalışmıştı.
Ölüm oruçları kritik aşmaya girdiğinde eylemcileri ziyaret eden TBB heyetinin B1 vitamini alınması gerektiği konusundaki ısrarı...
Adalet Bakanlığı ve hükümetin çirkin karalamalarına malzeme olabileceği gerekçesiyle reddedilmişti.
Şevket Kazan'ın insan olanın aklına durguluk verecek bu açıklamasının ardından çok az bir zaman geçmişti ki!
Süresiz açlık grevi ve ölüm orucunun 63. gününde Ümraniye Hapishanesi'nden Aygün Uğur'un yıldızlaşması, hükümetin ve Adalet Bakanı Şevket Kazan'ın suratına bir tokat gibi inmişti.
Haberi öğrendiğimizde öğlen saatleriydi.
O günlerde midesi hiçbir şey kabul etmeyen bazı eylemciler artık havalandırmaya çıkabilecek durumda değillerdi.
Doğal ihtiyaçlarını bile giderebilmeleri mümkün olmayan çok sayıda arkadaş vardı.
Yürüyebilen, henüz o kahrolası kusma ve hıçkırık nöbetine tutulmamış olan eylemciler dinlenmeleri için havalandırmaya çıkarılan yataklarda sohbet ediyorlardı.
Haftasonu olduğundan biz kadın tutsaklarda sabah sayımından sonra erkeklerin bulunduğu koğuşlara gitmiştik.
Aygün daha önce Bayrampaşa Hapishanesi'nde kaldığı için; birçok eylemcinin yakından tanıdığı, sevdiği bir devrimciymiş.
Haber eylemcilere verildiğinde, üzgün ama soğukkanlı karşıladılar haberi.
Yanlarında bulduğum bir grup ölüm orucu direnişçilerinden; Sakine'nin, Ahmet'in, Birol'un, Mehmet Ali'nin, Ümit'in bir anlık suskunluğuna...
Sakine'nin gözlerinden akan sessizlik gözyaşlarına Aygün'e dair anıların anlatımı eşlik etti.
Aygün çok güzel halay çekermiş.
Etkinliklerde de hep halay başı olurmuş.
Bu defa da halayın başına geçmişti!
Oysa direnişçiler kendi aralarında konuşurken; "ilk ben olacağım" muhabbetiyle şakalaşırlardı.
Öğlenden sonra hapishanenin o up-uzun matlasında karşılıklı sıralanıp Aygün için anma töreni yapacaktık.
Zaten havasız olan maltanın onca kalabalıkta çok daha fazla havasız olacağı için, ölüm orucu direnişçilerinin anma törenine katılmalarının sağlıklarını olumsuz etkileyeceği gerekçesiyle; törene katılmamaları önerisi:
Bilinci yerinde olan tüm direnişçilerce kesin bir dille reddedildi.
Onlar da tüm tutsaklarla birlikte törene katıldılar!
O süreçte Bayrampaşa Hapishanesi'nden:
Altan Berdan Kerimcigiller, Tahsin Yılmaz, Yemliha Kaya ve İlginç Özkesin'i yıldızlara uğurladık.
69. gününde anlaşma yapılmasaydı, Delil, Refik, Cafer ve onlarcası sıradaydı...
Yıllar sonra anılarımı paylaşma isteğimin bir nedeni sürecin yarattığı etki olsa da esas nedenim, bugün süresiz, dönüşümsüz açlık grevinin 53. gününe girilmiş olunmasına rağmen Başbakan Erdoğan'ın tutsakların bedenlerinin açılığa yatırmış olmalarını; "örgüt baskı"sıyla açıklama saçmalığıdır!
Ayrıca kendi deyimiyle velevki öyle!
Eylemin ölümler olmadan, ciddi sakatlanmalara sebebiyet verilmeden sonlandırması için talepler doğrultusunda bitirilmesi için bir şeyler yapması gerekmez mi?
Açlık grevi, ölüm orucu eylemlerinde ölüm ağır ağır gelir.
Günden güne, saat saat bedeniniz erir.
Yani ölüm denen şey bir anda gelip başucunuza oturmaz!
Otuzlu günlerden sonra erime sırası kaslarınıza geldiğinde vücudunuzdan yayılan o iğrenç, keskin aseton kokusu sizi hiç terk etmez.
Aslında bu koku; ölüm kokusudur!
Dolayısıyla bir insanı öylesine yavaş yavaş ölüme götürecek bir eylemin birilerinin baskısıyla gerçekleştiğini düşünmek, savunmak hakikaten saçmalığın daniskasıdır.
1984 ölüm orucunda hastaneye kaldırılan ve bilinci kapandığında serum takılan Aysel Zehir'in kendine geldiğinde kolundaki serumu çıkarıp atması...
1996 ölüm orucu ve süresiz açlık grevinde anlaşma sağlanıp ölüm orucu direnişçileri hastanelere kaldırıldıklarında.
Doktorlar bilinci gidip-gelen direnişçilere arkadaşlarının el yazısıyla "direniş bitti, anlaşma sağlandı" ibaresini göstererek tedaviyi kabul etmelerini sağlamıştı.
Yine 2000'li yılarda şuuru kapalıyken direnişçilere zorla müdahale edilmiş.
Birçok direnişçi kendine geldiğinde tedaviyi reddederek kolundaki serumu çıkarıp atmıştı.
Bütün bu örnekler ortadayken.
Kalkıp süresiz açlık grevine gire tutsakların "örgüt zoru"yla bunu yaptıklarını iddia etmek, böylesine kara çalmalardan medet ummak, hakikaten düşkünlüktür!
Aynı zamanda benini açlığa yatıran direnişçilerin iradelerine saygısızlıktır, hakarettir.
Kaldı ki, tutsaklar örgütlü bireyler olduklarını inkâr etmedikleri, aksine örgütlülüğün gerekli olduğunun savundukları gibi.
Kamuoyu da PKK ve PJAK'lı tutsakların örgütlü olduklarını zaten farkında!
Ancak bilinmelidir ki, hiç kimse kimseyi zorla, baskı altına alarak böylesine uzun emirli, yüksek bir irade ve değerlerine bağlılık, ideolojik-politik sağlamlık gerektiren bir eyleme zorlayamaz!
Bir zamanlar Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk de aynı demagojiye sarılarak; 20 hapishanede 19 Aralık katliamını gerçekleşmesi için emir vermişti!
F tipi hapishanelere götürülen tutsaklar hücre koşullarında devletin fiziki baskı ve zoruna rağmen, çok daha kitlesel bir katılımla ölüm orucunu sürdürmüşlerdi.
1982 Diyarbakır, 1984 Metris, 1996 ve 2000-2007'de tutsakların ölüm orucu eylemleri bu türden aşağılık yalanlarla, kara çalmalarla örtbas edilebilir mi ki?
Bu defa da PKK ve PJAK'lı tutsakların süresiz, dönüşümsüz açlık grevleri karartılabilsin?
Bugün eylemin 53.günü...
Ve birkaç adım ötemizde bedenini açlığa yatıran arkadaşlarımıza sadece haftada bir kez iç posta yoluyla mektup gönderebiliyoruz.
Neyse ki, ilk grubun eyleme başlama tarihinden bir gün önce idarenin düzenlediği etkinlikte buluşup, hep birlikte halay çekip, kucaklaşabilmiş, başarı dileklerimizi söyleyebilmiştik.
Bilgi Karaman, Mülkiye Doğan, Gülbahar Alpsoy ve Gülistan Üstün süresiz, dönüşümsüz akçık grevinin 30. günündeler bugün.
Azime Işık ve Newroz Bozkurt ise, açlığın 20. gününde.
Saatler, günler geçiyor!
Şimdilik arkadaşlar ciddi sağlık sorunları yaşamıyor olsalar da.
Eylem her geçen gün başta 12 Eylül'de açlık grevine başlayanlar olmak üzere tüm tutsakları ölüme biraz daha yaklaştırıyor.
En kötüsü de, hapishanede yanı başınızda hücre hücre eriyen arkadaşlarınız, dostlarınız için bir şeyler yapamamak!
Bizleri ayıran duvarlara lanet okumaktan ve dayanışma açık grevi yapmaktan başka elimizden bir şey gelmemesi çok kötü.
Üstelik sağlık sorunlarım nedeniyle, her gün ilaç kullanmak zorunda olduğum için bunu da yapamıyorum.
Kahretsin değimli?
A-8'den koğuşdaşlarım Gülizar, Hatice, Sultan, Hülya, Meral...
A-10'dan Eylem, Fadime, Özlem üç günlük dayanışma açlık grevini dün akşam bitirdiler.
Geçen gün Berlin'de açıklama yapan Başbakan Erdoğan; "açlık grevi bitti" derken, Wan'da dayanışma açlık grevini bitiren tutsaklar üzerinden yalanını temellendirmeye çalışmıştı!
"Yalancının mumu yatsıya kadar yanarmış" ya!
Erdoğan'ın ki o kadar da sürmedi.
Fakat pişkinlikte sınır tanımayınca insan...
Demek ki böyle oluyormuş!
Bu gün Kızılcahamam'da partisinin kampında yaptığı konuşmada: "Ölüm orucu falan yoktur!" diyerek aklı sıra çaktırmadan(!) çark etti.
Bu cümleleri kurarken yüzü kızarıyor mu diye dikkatlice izledim!
Eee bunun için de yüz lazım insana öyle değil mi?
Dilerim yalanla, kara çalmayla bir yere varılmayacağını birileri ona anlatır da, ölüm olmadan tutsakların talebi karşılanır... (FE/HK)
* Füsun Erdoğan, 3 Kasım, 2012, Gebze Kadın Hapishanesi