İkizim yeşil erik dalı, biricik sevgilim;
Günlerdir bizi teslim alan yağmur nihayet dindi. Yerini masmavi bir gökyüzüne ve ışıl ışıl aydınlık bir güne bıraktı. Yağmurun şarkısını dinlemeyi de, yağmurda ıslanmayı da çok sevdiğimizi unutmadım elbette. Her yağışını, dünyanın neresinde olursak olalım; birbirimize koşmanın, anılarımızda ve gelecek düşlerimizde buluşmanın bir çağrısı olarak görsek de… Böyle bir zamanda günlük güneşlik bir günü doğanın bize 20 Ekim armağanı olarak verdiğini kabul ettim; aldım yanı başıma koydum. Soğuk ama aydınlık bu sabahı ve günü sana göndermek birikmiş özlemlerimin sıcaklığıyla seni sımsıkı kucaklyarak satırlarıma başlama istiyorum.
Canımın içi günlerdir aklımda evirip-çevirerek yazmaya çalıştığım bu mektubu kâğıda dökmenin zamanı geldi diyip, masamın başına oturdum. Kulaklarımda martı çığlıkları, genzimi dolduran deniz kokusuyla bir tatil günün sakinliğini yaşayan İstanbul’un aksine, yüreğim gümbür gümbür, kabına sığmayan bir coşkuyla seni bekliyorum. Tıpkı o günkü gibi, Karaköy İskelesi’nin önündeki o duraktan heyecanla etrafımı kolaçan ettiğim gibi… Sana ayrı geçirdiğimiz sekizinci 20 Ekim’de eşsiz bir armağan verecek olmanın sevinç ve heyecanını yaşıyorum.
Ömrümün baharı he ne kadar ağabeyimimin sağlığıyla ilgili aldığım kötü haberden dolayı, keskin bir grafiğin çizgileri gibi okun ucu hep aşağıyı gösterse de; yüreğim derin bir sızı eşliğinde içten içe hep kanasa da… Günlerdir bizi 20 Ekim’li günlere götüren yaşam çizgimizin o eşsiz patikalarında dolaşıp duruyorum. Ve her defasında küçük bir mola verip:
İyi ki aynı kavşakta buluşmuşuz! İyi ki, yaralı parmağını sararken yüreklerimiz aynı şarkının dizelerinde buluşmuş! İyi ki yaşam denilen bu yolun patikalarını birlikte yürümeye karar vermişiz diye kendi kendime tekrar edip duruyorum. Sen bunu Gebze Hapishanesi’nde aynı çatı altında özlemler biriktirdiğimiz günlerde, 10 Şubat 2010 tarihli mektubunda şöyle tarif etmişsin:
“Kaderimsin! Bilmem bir de şöyle düşündün mü hiç? İlk ne zaman böyle düşündüm anımsamıyorum. Ama son dönemde fazlasıyla ayırdındayım bunun: Kaderimsin… Kaderinim demenin bir başka ifadesi yalnızca… Çünkü ancak böyle bulabilirim manasını… İki kutuplu birbirini tamamlayan, tek bir bütün yani”
Gülüm bu 20 Ekim’de yaşamak zorunda bırakıldığımız lanet olası koşullara rağmen sana hediyelerin en güzelini, bu koşullarda en anlamlısını vermek istiyorum. Mapusluk koşullarında bana böyle bir olanağı sunduğu için hem tekniğin ulaştığı bu düzeye hem de bianet penceresini bana sundukları için sevgili Nadire’ye ve bianet emekçisi arkadaşlarıma teşekkür ederim. Çünkü biliyorum ki, hangi göğün altında olursan ol, gecikmeli de olsa, bu mektubu bir gün mutlaka okuyacaksın! Ve 20 Ekim armağanımı alacaksın. Bunu biliyor olmak bile şu an sevinmeme, kanatlanıp uçmama yetiyor. Aylardan beri ilk defa bu güvenle ve rahatlıkla yazmanın mutluluğu, huzurunu yaşıyorum şuan.
Yediveren güllerimin goncası sevdiğim; elbette böyle bir günde kucak dolusu kırmızı gül ve kır çiçeklerinden yaptığım kocaman bir demet çiçeği kendi ellerimle sana vermeyi… Seninle ve Akocan’la birlikte bu günümüzü kutlamayı çok isterdim. Şu an böyle bir koşulumuz olmasa da; geleceğe dair uslanmaz, firari düşler kurmamızın önünde hiçbir engel olmadığını ikimiz de çok iyi biliyoruz. Bu nedenle mektubuma editörüm Haluk Kalafat’ın eklemesini istediğim kırmızı gülleri de, kır çiçeklerini de 20 Ekim için sana kendi ellerimle verdiğimi farzet! Ellerin ellerimde, başı dik dumanlı dağların doruklarında sonbaharın renklerini kuşanmış doğanın orta yerinde el değmemiş dupduru, pırıl pırıl sevda pınarımızın suyundan kana kana içip, bizim mevsimimizin tüm renklerine dokunup, baş başa bitimsiz sohbetler eşliğinde geçireceğimiz harika bir günü hayal etmeni istiyorum. Böylece bunca yıl biriktirdiğimiz sevinçlerimiz ve gelecek düşlerimizin canlı kalmasını sağlayan sevgimizin gücüyle ayrılığa meydan okuyabiliriz. Ayrı geçirmek zorunda bırakıldığımız sekizinci 20Ekim’in bu halini daha az acı çekerek kutlamış oluruz.
Ömrücan sık sık bu ayrılık günlerini hesaplamak için matematiğe başvuruyorum. Ama gel gör ki, onunla hesaplarımız bir türlü uyuşmuyor. Matematik ısrarla gerçeğin dilinden konuşurken, ben yüreğimin diliyle hesaplıyorum bu lanet olası ayrılık günlerimizi insanların yaşlarına ilişkin yaptıkları hesaplarda her daim matematiğin dilinden yana olsam da; mesele ayrılık günlerinin hesaplanmasına gelince, orada çakılıp kalıyorum canımın içi. Çünkü yüreğimin dili, duygularım seni göremeden, senden haber almadan, senden mektup gelemeyeceğini bile bile her posta gününde postacının yolunu beklemenin ağırlığıyla konuşuyor! Tenine, hep genç kalmayı başaran sevdamızın gözlerindeki aksi yüreğimi ısıtan sıcaklığına dokunamadan geçen saliselerin bile yıllara eş değer olduğunu söylüyor! Artık 16 aylık bu ayrılığın hesabını sen tamamla gülüm.
Canım ömrüm, bu mektubu günlerdir evirip, çevirerek yazmaya çalışsam da… Hatta bunun yazdığım kaçıncı mektup olduğunu şu an hesaplayamasam da… Kalemi elime aldığımda, bir kez daha gördüm ki, seninle paylaşmak istediğim hiçbir şeyi bu mektuba sığdırmamın mümkünü yoktur! Seninle görüşmeden, karşılıklı mektuplaşmadan, sohbet edemeden geçirdiğimiz on yıllara bedel bu 16 ay öyle çok şey biriktirmiş ki! Hangi birini yazıp paylaşacağımı şaşırdım dersem kesinlikle abartmış olmam. Gerçek bir paylaşımı ancak günlerce, belki de haftalarca sürecek karşılıklı bir sohbetle yaşayabiliriz gülüm. Birikmiş hasretlerimiz, kırgınlıklarımız, öfkemiz ve elbette sevdamız bardaktan boşanırcasına yağan yağmur misali sel olup akmalı. Ancak o zaman paylaşmak dediğimiz o muhteşem duyguyu doruklarında yaşayacağımızdan kuşkum olmasa da… Bir yanım sensiz geçirdiğim bu süreçten neler yaptığımı nasıl yaşadığımı, hangi acılara ve sevinçlere tutunarak yaşadığımı anlatmak istiyor. Ve yeniden aklım devreye girerek, kısacık bir mektupta bunu yapmanın mümkün olmayacağı gerçeğini hatırlatınca, teslim olmaktan başka bir yol kalmıyor bana. Ol sebepten bilmeni istediğim bir noktayı yazarak mektubumu bitirmek istiyorum.
Canımın içi, ikizim yeşil erik dalı, sevdiceğim; sen benden gittin gideli tutsaklığımızın ilk aylarından itibaren yabancılaşmaya karşı bir önlem olarak düşünüp, uyguladığımız. Ve elbette özel olarak ihtiyaç duyduğumuz Cumartesi randevularını da… Her ayın 10’u ve 20’sine denk gelen günlerin akşamında saat 22.00 deki randevularımızı da hiç aksatmadım. Her akşam lacivert gece de payıma düşen bir avuç gökyüzünden bizim yıldızımızı arayıp, bıraktığın selam ve sevgileri topluyorum. Sen ne kadar hissedip, farkında olabildin bilemiyorum. Ama aşkımın karşılığının aşkın olduğu güveniyle, özlemlerimin yanına sitem ve öfkelerimi katarak sallıyorum karanlık gecelere.
Ömrümün kardeleni, yağmur yürekli yarim; dün akşam 20 Ekim öncesine gelen Cumartesi randevumuzdu. Ve ben bu defa bir değişiklik yapıp, senin eski mektuplarını, özellikle de 10 Şubat ve 20 Ekim tarihlerinde yazmış olduklarını okudum. İnan benim gibi sevdiğinden mektup alamadan yaşamaya mahkûm edilince; böyle zamanlarda eski mektuplar imdada yetişiyor. Sadece özel günlerde değil elbette, her canım sıkıldığında hasretin yüreğimi daraltıp, üşüttüğünde eski mektuplarına koşuyorum. Buradan bakınca galiba senden şanslıyım. Gördüğün gibi mapusta da olsam sana sürpriz yapmayı başardım. Tıpkı senin gibi, her daim sınırları zorlamak, koşulları layıkıyla ve duyarlılıkla değerlendirmek gerektiğine inandım, inanıyorum…
Biricik ömrüm, mektubun uzun ve sık yazılarını sevsem de; ne yazık ki, hayat genellikle bu isteğimin tam tersi koşulları bana dayatıyor. Bazen bu duruma takılmamayı başarsam da, çoğunlukla lanet okuyup, gerim gerim gerilmekten kendimi kurtaramıyorum. Kim bilir belki de zamanla lanet okuduğum bu koşullara alışırım! O zaman daha az acı çekerim diye düşünüyorum. Tabii böyle yaşamayı becerebilirsem.
Canımın içi artık yavaş yavaş veda etmenin zamanı geldi sanırım. Nasıl olsa bugün bütün günümü sadece ve sadece seninle, arada bir de Akocan’ı bize katarak geçireceğim. Bildiğini ve emin olduğunu bilsem de, uzun hem de çok uzun bir aradan sonra yarattığım bu fırsatı değerlendirmek istiyorum bir tanem. Seni çoook seviyorum... Seni çok özledim. Her zaman karşılıklı tekrar ettiğimiz gibi bir kez daha dünyaya gelme koşulum olsaydı, yine seni seçerdim, sana aşık olmak isterdim.
Evet, ömrücan tıpkı bir mektubunda yazdığı gibi; seninle büyük yaşadık… Hep yükseklerde kalmayı, birbirimize emek vermeyi, birbirimizi yükselterek, büyüterek yapmayı… Başarmanın ayırdındayım gülüm. Ve asıl sorun tarihimize yakışır bir yükseklikte kalabilmek. Bugüne kadar birbirimizden sakınmadığımız emek ve özveriyi gelecekte de vermekten sakınmayacağımızdan kuşku duymuyorum. Yaşam eserimizi anlımızın akıyla tamamlayacağımızı söylüyor önsezilerim. Öyle olmasını istiyor, öyle diliyor ve umut ediyorum.
Bunların seninde fikrin ve dileğin olduğunu biliyorum. İyi ki, varsın ömrüm… İyi ki, aynı kavşakta buluşmuşuz ve iyi ki, bu zorlu hayatı birlikte yaşamaya karar vermişiz! Kendine ve yüreğine iyi bak olur mu canımın içi. Birbirimize kattığımız güzellikleri çoğaltmak özgür yarınlarda buluşmak dileğiyle, nice yıllara gülüm… Nice 20 Ekimlere… Sevgi ve hasretle, kollarımın bütün gücüyle, yüreğimin sıcaklığıyla sım sıkı kucaklıyor; doyasıya öpüyor, öpüyor, öpüyorum. Sevgim her daim yoldaşın olsun. Tüm koğuşdaşlarımın selam ve sevgileri baki… Hoşça kal ikizim yeşil erik dalı…
(*) 20 Ekim ömrümle birlikte yaşamaya adım atışımızın yıldönümü. Bildiğiniz gibi 2012 Haziran sonundan beri bir başka polis komplosu nedeniyle ömrümün payına bir süre kaçak yaşamak düştü. Bu nedenle o tarihten beri onunla görüşme, mektuplaşma koşulumuz ortadan kalktı. 20 Ekim vesilesiyle sevgilime açık mektup yazarak ona ulaşmak, bir sürpriz yapmak istemimi birçoğunuzun destekleyeceğini düşündüm. Dilerim yanılmamışımdır.
* 20 Ekim 2013, Füsun Erdoğan, Gebze Kadın Kapalı Hapishane
Not: Yazarımızın 18 Ekim günü yayınlanmak üzere postaya verdiği yazısı, Kurban Bayramı'nda postahanede yaşanan yoğunluk dolayısıyla elimize yeni ulaştı.