Bir gün gelir, kalem durmak zorunda kalır; o zaman yazarın kalemi bırakıp silaha sarılması gerekir. Böylece, hangi yoldan gelmiş olursanız olun, savunduğunuz görüşler ne olursa olsun, yazın sizi kavganın ortasına atıverir; yazmak, özgürlük istemenin bir biçimidir; bir kez yazmaya başladınız mı, ister istemez bağlanmışsınızdır.
Jean-Paul,Sartre, Edebiyat Nedir?
Bu ülkeyi anlatan bir kısa film çek deselerdi bana, ilk aklıma gelen 16 Temmuz 2011’de Fevziye Cengiz’in karakolda dövülüşünü kaydeden görüntüleri kullanmak olurdu. Hatırlatayım o görüntüleri. İki polis memuru Cengiz’i evire çevire döverken bir diğer polis memuru ise odada o esnada biri dövülmüyormuş gibi veyahut herhangi günün, sıradan bir anının içindeymiş gibi hengâme arasında yere düşen telsizi masaya koyuyor, kalemini gömleğinin cebine yerleştiriyor, evrak işlerine devam ediyordu. Kısa filmimin kahramanı Cengiz değil, günlük işlerine devam eden o polis memuru olurdu. Ki mağdurun kahraman olduğu, tarih havının ters tarandığı örnekler az değiller ama “kazandık” diyemediysek çok da değiller.
Alışılmış bir kahraman tanımına uygun olmayabilir. Etkisizliği ve tepkisizliği tercih edenlerin bir mesuliyeti olmasa da hayatta, hiçbir “sonuç”tan bağımsız düşünülecek kadar suçsuz değiller. Bir çocuğa tecavüz eden bilmem kaç adamın birbirlerinden habersiz olabileceklerini hiç düşündünüz mü? En kötüsü bu adamların eşlerinin, sevgililerinin, yakınlarının onların yapabileceklerine dair bir tahminlerinin hiç olmadığını mı sanıyoruz? Ya da bir gün gelip de öldürüleceğine kesin gözüyle baktığımız yan komşunun ölüm haberini aldığımızda, şaşkınlık ve üzgün olma karışımı yüz ifadesine hiç karışmayan suçluluk duygusundan muaf tutuluşumuzu katillere, tecavüzcülere, hayat söndürücülere borçlu olduğumuzu biliyor muyuz? Siyahın yanında kirli beyaz göz yanıltacak kadar bembeyaz duruyor. “Masum değiliz hiç birimiz” ise çok anlamlı, dokunaklı bir şarkı sözü olabiliyor sadece. “Katilleri anlamak kolaydır” demiş ya Rilke, daha az suçluları anlamakta güçlük çektiği için belki de.
Her mahallede bir milyonerden devşirilmiş, “her mahallede size zenginmişsiniz hissi uyandıran AVM’ler”, bet toplu konutlar, çimentosuna ideoloji, hırs ve intikam atılan camiler, HES’lerdi derken; geldik haftada bir Başbakan’ın tüm TV kanallarında aynı anda teşkilatına ve tebaasına seslendiği canlı yayınlara. Bütün bunlardan şikâyet eden, hayıflanan, yüreği kanayan (!)lar olarak bizler ise o polis memuru gibi ortalıkta dolaşıyor, arada durup cereyan eden olayları izliyor sonra tekrar sadece ama sadece kendimize yarayan hayat gailesi dediğimiz koşturmalarımıza dönüyoruz. İlkel insanın onca iş güç arasında duvara bir şeyler çizmesi hep mucize gelmiştir bana. Sonrası çorap söküğü gibi gelmiştir. O yüzden “elden ne gelir ki” demeyin, gene insan icadı “isyan” diye bir şey var. Modern mağaralarımız olan toril* benzeri evlerimizden, iş yerlerimizden çıkmamızı sağlayacak isyan.
Çağdaş zaman, halkı yermenin imkânsız koşullarının olduğu zaman. Sıcak sıcak günde bin muhalif yazının çıktığı ülkemde yazı için harcanan efor işe yaramıyor belli ki. Körler sağırlar birbirini ağırlarken, “sokak” denilen mecaz-ı mürsel tabiri caizse “tınlamıyor.” Tınlayacak kadar haberdar da değiller, km’lerce uzayacak word sayfalarından. Tanıdığım her gündemle ilgili yazar arkadaştan duyduğum yazdıklarının çöp olduğu hissiyatı ve sanal ortamın havuzunda arşiv olarak bile değerinin olmayacakları. Torunlar okur hiç olmazsa, yad ederler desek de, af ola ama canı cehenneme torunların. Sanmam ama akıllı bir kuşak gelecekse bizi anışları da okkalı küfürlerle olacak. Başımız gözümüz üstüne.
Gündemin ihtiyaca göre fokurdatılıp ihtiyaca göre soğumaya bırakıldığını yazan çizen herkes farkında. Bu farklı bir kulvar açtı yazarlara: Öngörü yarışı. Uzman yorumcu, “yorum uzmanı” olmaya evirildiğinden beri ne olduğu değil de ne olacağı üzerine çalıştırılmaya çalıştırılıyor kafalar. Yarın dediğiniz koskoca bir zamanı kapsıyor oysa. Bir de ipucu; ne kadar kötü konuşursanız tutma olasılığı o kadar yüksek. Yorumlar hakkında yorumlar, hikâyeler hakkında hikâyeler derken esas mevzu bu dolaşımda pek rağbet görmüyor. Oturup ciddi ciddi Başbakan’ın sözlerinin peşine takılıp tahminler yürüten, cümleleri üzerine yapı sökümcülük denemeleri yapan vakit düşmanı hobilere sahip yorum uzmanları var. Çözdük olayı esasında, bakınız Türkiye tablosuna diyesi geliyor insanın da konu çok ciddi durduğu için bir şey demeye çekiniliyor.
Metin yığınları etkilemiyorsa, neden hala yazılıyor, ne için? Maaşlarımızı almaya devam edebilmek için ya da yorum yapma alışkanlığımız için. “Bunu ben demiştim” çizgisinde sonlanan öngörü savaşları için. Kimimizin varlık olma marifetlerinin politik bir alan dışında bocalayacağını bildiğimiz için. Ya da diz boyu tutarsızlık boşluğumuzu, yazıda söylediklerimizle kapatmak için. Yani sirtaki oynarken “Unutursam, kalbim kurusun”lu twitler atabilmek için. Sartre bugünleri görmüş olsaydı yukarda alıntıladığım düşüncelerine kahkahalarla gülerdi.
Yazı için kullandığımız fotoğraftaki kadın dünya yansa umuru olmaz gözüküyor. Ama bir ana yol işgali var o fotoğrafta. İsyan o kadar basit o kadar keyifli işte.
Kendimi ve hemen herkesi o polis memuru gibi görüyorum çoğu zaman. Bir şeyler oluyor çevremde ve ben oturmuşum bu yazıyı yazıyorum. Yazı bitti burada. Eee? (FG/HK)
* Toril: Boğaların arenaya çıkmadan evvel bekletildikleri zifiri karanlık küçük ahır, boğalar ışığa çıkar çıkmaz şaşırıp ürksün diye. (Tanım Cihat Burak’ın “Yakutiler”inden alınmıştır.)