Kendi toplumuna yabancılaşan, sevmeyen, önem vermeyen, saygı duymayan devlet, kendi içine çekildikçe çürür.
Bir kişinin, ya da bir kesimin çıkarına hizmet ediyorsa, onlar için dönüyorsa çark “ devlet” devlet olmaktan çıkar. Ne kadar da “ben devletim” diye göğsünü dövse de, yalancı çobana döner, gören göze kılavuz gerekmediği gibi, gerçek olanın da, ne yaparsanız yapın, üstü örtülemez.
Mahalle yetimleri gibi, bunlar benden değildir diye, kapısına her gideni kovalayan, yakaladığı yerde canını yakan bir devlet anlayışıyla, yıllardır birlikte yaşıyoruz.
Kendinden saymadığının, ne seslerini duymak istiyor, ne yüzlerini görmek istiyor. Araya çektiği çizgi gittikçe derinleşiyor. “benden olanlar” “benden olmayanlar” diye.
“Öteki sayılmanın ne demek olduğunu!/Bileniniz var mıdır? /Sevgisini tüketen bir devletin gözünde!”
Bu ülkede çocuklar, kadınlar, mazlumlar, mağdurlar, emeği sömürülenler devletin yetimleridir. Onlar, elenerek kalburun altına atılmışlardır. Onların kalburun üstünde yerleri yoktur.
Kapının dışında yaşarlar. Arta kalan kırıntılarla yetinsinler istenir. Kimsesiz ölü gibi, gözden ve sözden uzak olsunlar istenir.
“Ben hayal değil, gerçeğim” diye, yüzünü gösterip, sesini duyurmaya çalışanlarında, asla affetmez. Dünyayı dar eder, hayatlarını zindana çevirir, analarından emdikleri sütü burunlarından getiriverir.
Çünkü balonlaşmış ego ayakları yere bastırmaz.
Havada gezer, orda gerçek yoktur! Gördüğü yüz kendi yüzüdür, duyduğu ses, şişkin egonun doymaz istekleridir.
Artık orada devlet bir kişidir, bir kişi devlettir.
Ondandır sözü devletle açıp devletle bağlıyoruz.
Devlette “ben” sözcüğü taç giydikçe, yüceltildikçe, “biz” sözcüğü devletin dışına atılmış, meclislerden sürülmüştür.
Görüldüğü ve anıldığı yerde başı ezilir. Yok, edilip yok sayılır. Devlet sevgisizdir, yumruğu her zaman ağır olmuştur.
Acıması, affı yoktur.
“Yangın vardı kül oldu susuz çölde hayatlar/ Gözyaşı tevekkülde insafta soysuz onlar/Kadın yüzleri gördüm külünde adsız kuşlar/ Kanatsız öyle mahzun öyle dipsiz kuyular/ Say ki kayıpta adsız, say ki atık eşyalar/ Bana günahlarımı geri ver anne/ Çok derinde duruyor bu dalgalı yaralar.”
Bir ülke düşünün ki bir kadın aranırken, (Gülistan Doku) başka bir kadının (Esma Kılıçarslan) cesedi çıkıyor gölden! Bir ay önce kayıplara karışıyor Esma, aile polise bildiriyor ama ne arayan var ne soran. Bir tesadüf sonucu bulunmasa, hiç olmamış gibi, bu dünyaya gelmemiş gibi, bu devletin kütüğüne hiç yazılmamış gibi, yitip gidecek.
Nasılsa bu topraklar kayıp insanlara alışmış, onlardan biri oluverir, Gülistan Doku gibi. Gülistan Doku için aile aylardır bir şeyler söylüyor, isim veriyor, Gülistan’ın arkadaşı tarafından şiddet gördüğü anlatıyor ama suçlanan kişi çoktan sınırı aşıp, sırra kadem basmış. Bu aile ne diyor, derdi ne diye ilgilenen yok.
Ailesi acısıyla baş başa kalırken, Gülistan Doku, büyük bir sessizliğin içinde, hâlâ kayıp!
“Bu bir savaştır inan, tam teşekküllü/Uzak ve yakın zaman, her peygamber, dört kitap/ Onlardan yana oyun, bıyığa batmış hayat.”
Bu ülkede kadın olmak bir beladır, daha ilk günden, bir bela gibi yapışır yakasına kadın kimliği.
Doğduğu güne burun bükülür, anne mahcup bakar yüzlere.
Bir suç işlemiş gibi gözlerini kaçırır, yüzünü saklar. Erkek doğurmamanın utancını yaşar, yaşatırlar. Toplum kurallarını ve yasalarını yenmek o kadar kolay değildir. Bir mıh gibi yalnızlığına saplarlar seni. Gözlerinin içine baka baka ruhunu özünden soyup alırlar. Kısıtlanır kıstırılırsın.
Kendi hayatı üstüne söz hakkı tanınmaz kadına.
Söz hakkı, elden ele, evden eve aktarılır! Elleri sıkılı, gözleri keskin, yürekleri taştandır o ellerin. Gık desen tepene inerler.
Seni sana kimsesiz, seni sana aç bırakır, seni sana unuttururlar!
Saçını günah görüp, eteğini eksikliğin sayarlar.
Hiç kimsesizlik içinde gittikçe büyür.
Büyüdükçe korku teklikten çıkıp çokluğa dönüşür.
Susma, yaşayabilmenin tek çaresi olarak sunulur sana.
Buna inandırılırsın! O andan sonra, kendin kendi kuyunu kazmaya başlarsın! Onların içinden geçenleri, senin ağzın söylemeye başlar. Seni insandan saymayanlar başarmıştır.
Kendini inkâr edecek kadar başarılı.
Kendi özüne, kendi cinsine, kendi kimliğine düşmansın artık. Elinden, dilinden, gözlerinden zehir akıtmaya başlarsın.
Sana benzemeyen kimlerse onlar hedefindedir.
Geldiğin yerlerin, sana söz hakkı verilmesinin, kendi kendini inkâr etmenin, armağanı olduğunu fark etmezsin bile.
Çünkü sen artık yoksun! Onların sözcüsü olmaktan başka, hiçbir şeysin!
Hayat tartıya konur mu, acılar tartıya/Ölüm tartıya konur mu, aşk tartıya/Hangi terazi kaldırabilir, bir halkın ölümünü/Ömrümüzü tartıyorlar sevdiğim/
Yontulmuş ömrümüzü, yok ömrümüzü.
Korona adında bir virüs düştü ya dünyamıza, kadının üzerine iki kere düştü, şiddet çoğaldı. Sanki üzerlerinde ki baskı yetmiyormuş gibi, bir de virüs baskısı yüklendi, dünyanın dört bir bucağında yaşayan kadınların üstüne.
Her yerde kadın kadındır ve şiddet onun adında, kimliğinde saklıdır. Yaşadığı ülke bu anlamda fark etmiyor.
Bizim yaşadığımız bu toprak parçasında, virüs olsun olmasın, kadın kimliği o şiddetin altındadır hep.
Her ay, onlarca kadının öldürüldüğü bir yerdir burası.
Her kadın ölümünün arkasında, ölen kadının parmak izini arayan bir ülkedir burası! Bu ölümü hak etmek için, ya dilini tutamamıştır, ya da başını dik tutmaya çalışmıştır.
Suç öldürende değil, ölendedir.
Ölmüşse hak etmiştir!
Her türlü şiddeti normalleştiren, özendiren, bir devlettir bu devlet.
Korona bahane edilerek, az bir cezada olsa, ceza alan tecavüzcüyü, katili, çeteyi cezaevlerinden dışarı salıverdi.
Tecavüz mağduru kadınlar, çocuklar hiç dikkate alınmadı.
Onlar derin yaralarıyla dışarı atılanlardır. Yaralarıyla baş başa yaşamaya mecbur edilenlerdir.
Korkuları yaşam biçimi olanlardır.
Ürkerek, sinerek, korkarak yaşamayı devlet, bir armağan gibi sunmuştur onlara. Bu ülkede mağdurların çalabileceği bir kapı, derdini anlatabilecekleri hiç kimse yoktur.
Psikiyatrist Dr. Agâh Aydın, bir programda, anlayana çok şey anlatan, uyarıcı konuşmasına, şu cümlelerle devam ediyordu.
“Eğer enses yasağını çiğnerseniz özne olamazsınız, özne olamayınca aile olamazsınız, aile olamıyorsanız toplum olamazsınız”
Peki, bu haklı uyarı karşısında, caydırıcı güç nedir?
Kimdir? Yasalar mı? Bu yasaları uygulayanlar mı?
Yasaları, bir oyuncak halkası gibi, parmaklarında çevirenler mi?
Neredeyse kendimize, var olduklarını bile söylemeyi, ar gördüğümüz, bu fırıldak yasalar mı, caydırıcı güç olarak, bu kirli çöküşün karşısında duracak.
Yasa uygulayıcıları, caydırıcı güç olmaktan çıkmış, bir tarafa hizmet gücü olmuştur.
Mağdurlar, bu ataerkil, acımasız acayiplik karşısında, bırakın kendilerini anlatmayı, duygusal ve ruhsal olarak resmen doğranıyorlar.
Devleti, devlet sanıp, el uzatmaya kalkanları, iyileştirici, merhametli bir anlayış değil, demir yumruk karşılıyor.
Örneğin, tecavüz anında, üzerinde olan giysisi sorgulanıyor. “neden bağırmadın” suçlaması, “ispatla” tuhaflığı “tanığın var mı?” dehşeti “bir kereden bir şey olmaz” diyen, insanlığın ve yasaların, bu onursuz ölümü karşısında, mağdurlar, çare bulabilir miyim diye çaldıkları kapının önünde, vahşi bakışlar arasında, çırılçıplak soyuluyorlar.
Bu tutum karşısında, insanın ister istemez aklına geliveriyor.
Demek ki devlet, insanın özne olduğu, aile olduğu, toplum olduğu, bir örgüyü istemiyor! Araf’ da yaşatmayı kazanç sayıyor. Yine de unutmayalım, ektiğini biçmek gibi bir öğreti var yaşamda. Her acımasız yıkım, yıkılışı hızlı getirir.
“Beyanım geçersiz mi? bay hâkim/ İki harf itirazı delilden sayılmaz mı?/ Cini maktul kirletecek cümle kurmayın bana/Siz mi anlayacaksınız içimde ki talanı/ Kalsın bana boşaltılmış bu gövde/ Size kalsın bu divanın utancı.”
Bir ömür boyu unutamayacağınız, görüntüler vardır. Bu görüntüler bazen bir gazete sayfasında, bazen bir televizyon ekranında, bazen de internet âleminde çıkar karşınıza.
Zınk diye kalıverirsiniz.
Dehşet içinde kalıveren gözleriniz, gördüğünü, içinizin en derin yerine, bir çivi gibi çakıverir. Bir daha da, içinizden çıkmaz, sizinle yaşar.
Görüntüsü bol olan bir ülkede yaşamaktan olacak, benim de içimde yaşattığım, içime gömdüğüm, acısını yüreğimle birlik tuttuğum çok görüntü var.
Mesela Roboski katliamının görüntüsü. Hani eşek ve katırların sırtında taşınan otuz dört çocuğun ve gencin, paramparça edilmiş bedenlerinin, bir kervana dizilmiş gibi, dağdan indirilmelerinin görüntüsü.
Hrant Dink’in vurularak yüzükoyun düştüğü yerde, sağ ayak pabucunun altında ki yırtıktan, yüzümüze bir göz gibi, bin bir türlü anlamla, baktığını düşündüğüm görüntüsü.
Ankara Gar katliamının, Suruç katliamının, Sivas, madımak katliamının görüntüleri…
Bir babanın, yollar kapalı olduğu için, doktora yetiştiremeyip, yolda kaybettiği oğlu Muharrem’in ölü bedenini, diz boyu karlara bata çıka, bir çuvalın içinde sırtında taşımasının görüntüsü. Mülteci çocuk Alan Kurdi’nin, kıyıya vurmuş ölü bedenin, insanı yakan görüntüsü.
“Bir demet çiçekle yalvardınız mı? Koymak için bir mezarın üstüne!”
Cumartesi annelerinin, yerlerde, şiddet altında sürüklenmelerinin, hırpalanmalarının görüntüsü,
gelip dikildi gözlerimin önüne. Çocukları gözaltında kaybedilen, anne acılarının, bu devlet tarafından, bitmeyen bir sürekliliğe dönüştürmesi canımızı çok yakıyor.
Çocuklarının kemiğini “diler” duruma düşürülen annelerimizi, unutursak, içimiz kurur. Unutmamak gerekiyor ki ağlatan gülmez, güldürülmez. Çektirilen acılar, bir gün bir yerlerden çıkıp, insanın boğazına sarılıverir! Her zalimliğin bir sınırı olmak zorunda, bu sınırsızlık insanı ürpertiyor.
Yasını yaşayarak, hafifletemeyen insanları, bu kadar hafife almayın. Onlar annedir.
“Bir tesadüf sonucu bir kazı sırasında/Sanki kavuşmuş gibi koştunuz mu sevinçle! /Çürümüş birkaç kemik, oğlunuzu diyorum! /Verdiler mi, bir poşetin içinde?”
Hani bir fotoğraf vardı, birkaç gün önce gazetelerde. Kucağında ki kutuyla, öyle donup kalan bir annenin fotoğrafı! Halise Aksoy annenin o çaresiz duruşu. Bir eli yüzünde, bir eli kucağında ki kutunun üzerinde! Gözleri hangi yitik hayallerin peşinde dalıp gitmiş bilmiyoruz.
Sonra bir bakıyoruz ki, 2017’de girdiği çatışmada, hayatını kaybeden oğlu Agit İpek’in kemikleri varmış, kargoyla gelen kutunun içinde! Oğlunun cenazesi için, yıllarca mücadele vermiş aile. Ama bir sonuç alamamışlar. Üç yıl sonra, bir gün, bir bildirim geliyor Halise anneye. “PTT’de kargon var al” diye. Anne gidiyor, 43 TL ödeyerek paketi alıyor. Merak içinde “bu nereden geliyor, içinde ne var” diye soruyor.
“Oğlunun kemikleri!” Söz bitiyor…
Not: Yazı aralarına serpiştirilen dizelerin “ kime ait ” olduğu sorusuyla karşılaştım. Yeni başlık yerine, şimdiye kadar kullandığım dizeler ve bu yazıda kullandıklarım bana aittir. Bir başka şairin şiirinden alıntı yapılırsa, adını anmak, etik bir kuraldır. Unutulmaması gereken bir kural.