Bugün 24 Ocak. Tehlike Altındaki Avukatlar Günü. Bu özel gün 2010 yılında Avrupa Demokrat Avukatlar Örgütü tarafından ilan edilen, mesleklerinin gereğini yerine getirdikleri için yaşadıkları devlet eliyle yaşamları altüst edilen avukatlarla dayanışma günü.
24 Ocak'ın seçilmesinin nedeni bu günün 1977 yılında Franco sonrası geçiş dönemi İspanyası'nda Atocha Katliamı olarak bilinen olayda dört sendika avukatının aşırı sağcılar tarafından öldürüldüğü tarihe denk gelmesi.
Bundan tam bir yıl önce "Tehlike Altındaki Avukatlar Günü" politik nedenlerle yargılanıp tutuklanan ve bu nedenle görevlerini yapamayan Türkiyeli avukatlara adandı. Bu seçimin temel nedeni 22 Kasım 2011 tarihinde darbe dönemlerinde bile eşi benzeri görülmedik bir biçimde gerçekleştirilen toplu avukat tutuklamalarına dikkat çekmek idi. KCK davası adı altında 47 avukat gözaltına alındı ve bunların 36'sı hala cezaevinde tutuklu bulunuyor.
Tutuklu yargılananlardan biri olan İHD Diyarbakır Şubesi eski başkanı avukat Muharrem Erbey bundan iki ay kadar önce Dreyfus Davası'nın ünlü Fransız avukatlarından Ludovic Trarieux adına düzenlenen ve 1984 yılından bu yana verilen Ludovic Trarieux Uluslararası İnsan Hakları Ödülü'nü kazandı. Ödülü Berlin kentinde düzenlenen törende Almanya Adalet Bakanı Sabine Leutheusser Schnarrenberger tarafından, Muharrem Erbey'in cezaevinde olması nedeniyle eşi Burçin Erbey'e verildi. Almanya Adalet Bakanın bile kayıtsız kalamadığı akıl dışı yargılama pratiğine Türkiye Barolarının yeterli sesi yükselttiğini söylemek güç. Zira olay sıcaklığını korurken İstanbul Barosu yönetimi olaya karşı tepkisiz kalması nedeniyle eleştirilmişti. Papaz Niemöller'in "önce komünistleri götürdüler" cümlesiyle başlayan ünlü deyişindeki "komünistleri" lafı Türkiye gerçeğinde yerini kolaylıkla "Kürtleri" sözcüğüne bırakabiliyor. Ama o başka bir tartışmanın konusu.
Geçtiğimiz hafta hükümet dünya insan hakları sicilindeki şanlı karnesini yetersiz bulmuş olacak ki yeni bir avukat avı dalgası başladı. Defalarca yazıldı ama kısaca tekrarda yarar var. Avukat büroları kanuna aykırı şekilde ve özellikle de savcı gözetiminde olmadan arandı. Avukatlık mesleği uyarınca gizli kalması gereken savunmaya dair belgelere el konuldu. Havada helikopterler uçuşurken ziline basılsa açılacak kapılardan balyozlarla kırılmak suretiyle girildi. Savcılar daha önceden kolluk tarafından hazırlanmış soruları -kimi zaman beceriksizce- aynen okudular. Hakimler "özgür vicdani kanaatleri" gereği kimisi yurt dışından kalkıp gelmiş avukatların dokuzunu tutuklamakta tereddüt etmediler. Dahası ve belki en iç karartıcı olanı alışılmış şekilde yapıldığı gibi "biz onları mesleki faaliyetlerinden değil terörist oldukları için tutukladık" klişesiyle yetinilmemesiydi. İstanbul Emniyeti işi iyice cıvıttı ve "avukatların ülkemizin kozmik bilgilerini şifreli metinler halinde kodlayarak raporladıkları, başka ülkeler lehine ajan faaliyeti yürütmek için gizli haberleşme merkezleri oluşturdukları tespit edilmiştir" dedi. Daha önce ülke gündemini oluşturduğu üzere savcıların bile güçlükle ulaştığı "kozmik bilgiler" her nasılsa ÇHD'li avukatlara vahyolunmuştu. Bu konuda avukatlara tek bir soru dahi sorulmadı.
Geçen hafta bir meslektaşımız şöyle diyordu: "Avukatlar tutuklandılar ve gazeteler aracılığıyla itibarsızlaştırıldılar. Ama bu bizi yıldırmayacak. Biz sıklıkla müvekkillerimizin davalarıyla ilişkilendirildik ve insanlar bize suçlu gözüyle baktılar. Bizim görevimiz insanların siyasi görüşüne bakmadan onların adil bir yargıdan yararlanmasını sağlamaktır." Sözler hem zamanlaması hem de içeriği bakımından çarpıcı. Lakin sözün sahibi Irene Petras aslı Zimbabweli bir avukat, Türkiyeli değil ve muhtemelen bizde avukatlara karşı başlatılan kıtalden hiç haberi yok. Irene Petras Zimbabwe İnsan Hakları İçin Avukatlar Örgütü'nün müdürlüğünü yapmakta.
Herkese kolaylıkla yapıştırılabilen "terörist" yaftası belki de en kolay avukatlara yapıştırılabilir. Çünkü meslekleri gereği avukatlar suç ithamıyla karşılaşmış kişilerle yakın ilişki halindedirler. Özellikle insan hakları avukatlarının siyasi muhalefet üyesi ve kimi zaman terör suçlamasına uğramış kişilerle meslekleri gereği görüşmesi kadar doğal bir şey de yoktur. Ancak uluslararası hukuk devletin avukatların müvekkilleriyle olan ilişkisini suç gibi yorumlayıp onları çalışamaz hale getirme girişiminin önünü çoktan kapamış durumdadır.
BM'nin 1990 yılında kabul ettiği Avukatların Rolü Hakkındaki Temel İlkeler 18. maddesinde avukatlar görevlerini yerine getirdikleri için müvekkilleri ve müvekkillerinin yaptıkları ile özdeşleştirilemezler denmektedir. Dahası 20. madde avukatların meslekleri gereği hukuki veya idari bir otorite önünde yaptıkları yazılı veya sözlü açıklamaların medeni ve cezai bağışıklığı olduğunu açık bir dille ifade eder. Aynı belgenin 16. maddesine göreyse avukatlar mesleki görevleri nedeniyle kovuşturulamazlar, idari, ekonomik ve diğer yaptırımlara tabi tutulamaz veya bunlarla tehdit edilemezler.
Bu uluslararası kurallar mevcut Türkiye konjonktüründe artık kimseyi güldürmeyen soğuk şakalar olarak adlandırılabilir. Ne var ki daha dün, yani ÇHD'li avukatların tutuklanmasından ve dahi Zimbabweli meslektaşımızın bize bizi anlatan beyanlarından hemen birkaç gün sonra, AB Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'nin engellediği 23 ve 24. fasılların açılabilmesine yönelik Avrupa Parlamentosu'ndan yapılan çağrıları AB Komisyonu ile Konseyi'nin önemli bir hassasiyetle değerlendirmelerini beklediklerini ifade ederek ''Türkiye olarak biz bu fasılları açmaya hazırız'' dedi.
Kimilerine şaşırtıcı gelebilir belki ama 23. Fasıl Yargı ve Temel Haklar konusuna dair. Bakanlığın resmi internet sitesi bu fasıl hakkında "Bağımsız ve iyi çalışan bir yargının kurulması çok önemlidir. Mahkemeler tarafından verilen kararların tarafsızlığı, bütünlüğü ve yüksek standardı hukukun üstünlüğünün korunması için önemlidir" diye bir açıklama düşmüş.
24. Fasıl ise Adalet, Özgürlük ve Güvenlik konusunu içermekte. Bu konuya dair uyum süreci "üye devletlerin büyüyen ortak kurallar çerçevesini yeterli bir şekilde uygulayacak donanıma sahip olmalarını" gerekli kılıyor. AB Bakanlığı "Her şeyden önce bu, gerekli standartlara sahip olması gereken kanunları uygulayacak kurumlar ve diğer ilgili organlar bünyesinde güçlü ve iyi entegre edilmiş bir idari kapasiteyi gerektirmektedir. Profesyonel, güvenilir ve verimli bir polis örgütü çok önemlidir." diye konuyu detaylandırıyor.
Demek ki hükümet uluslararası hukuktan tümüyle vazgeçmiş değil. Hala AB'nin temel haklara dair zorunlu koştuğu standartları gerçekleştirmenin peşinde. Bu minvalde uluslararası düzenlemeler gözden kaçmış olsa gerekir. Yoksa avukatın kafasına basarak ağzından tükürük, damarından kan almak ne "profesyonel, güvenilir ve verimli bir polis" tanımına, ne BM ne de AB mevzuatına uymakta.
AF Örgütü'nün Türkiye araştırmacısı Andrew Garner son ÇHD tutuklamalarına dair "ülkenin saygın avukatlarına yönelik tutuklama ve ofislerinin yasa dışı aranması farklı seslerin kısılmasına dair yargılamalarda yeni bir halkadır" açıklamasını yaptı. AF Örgütü'ne göre tutuklanan insan hakları avukatları TMK'nın yaygın kötüye kullanımı mağdurlarından sadece -yeni- birkaçı oldular. Gardner'a göre sorulması gereken soru belli: "Peki insan hakları ihlallerinin mağdurlarını artık kim savunacak?"
ÇHD Genel Başkanı Selçuk Kozağaçlı bundan yaklaşık bir yıl önce derneğin çalışmalarına dair katıldığı bir televizyon programında sunucunun "Peki siz yaptığınız çalışmalar yüzünden içeri alınmaktan çekinmiyor musunuz?" sorusuna maruz kalmıştı. Kozağaçlı cevaben "Anayasal haklarını insanlara öğretmek, siyasal muhalefetin avukatlığını yapmak ÇHD'nin 1974 yılından beri yaptığı bir iş. Mutluluk duyarak yapıyoruz. Korkmadan, çekinmeden yapıyoruz." demiş ve eklemişti: "Kuvvetli avukatlar yetiştirdik. Bizi kurtaracaklarını umuyoruz!" Sanırım Gardner'a verilebilecek eldeki tek cevap şimdilik bu.
Tutuklu Avukat Muharrem Erbey'in geçen yıl aldığı Ludovic Trarieux İnsan Hakları Ödülü 1985 yılında henüz cezaevinde yatmaktayken Nelson Mandela'ya da verilmişti. Şimdi sormak gerekir bu yazıyı okuyanlardan Percy Yutar adını duyan var mı? Ya da Rao Bahadur Girdharlal Uttamram'ı? Peki Francisco Mendieta Hechavarria ismi tanıdık geldi mi? Cevabı şu: Bu üç isim insan hakları sicili berbat üç ülkenin yetiştirdiği üç savcının ismi.
Percy Yutar ırkçı apertheid rejiminin emirleri doğrultusunda Nelson Mandela'yı ömür boyu hapis cezasıyla cezalandıran mahkemenin savcısıydı. Mandela ağır koşullar altında 27 yıl hapis yattı. 1990 yılında hapisten çıktığında 72 yaşındaydı. Rao Bahadur Girdharhal Uttamram Hindistan'daki "1922 Büyük Yargılaması"nın savcısı. Karşısında sanık sıfatıyla duran kişi Mohandas Karamchand Gandhi idi. Daha bilinen ismiyle Mahatma Gandhi. Yargılanmasından 25 yıl sonra sivil itaatsizlik yöntemiyle ülkesi Hindistan'ı emperyal Britanya sömürgesinden kurtarmasıyla tanınıyor. Son isim Francisco Mendieta Hechavarria. Ülkesini faşist bir diktatörlükle yirmi yıla yakın bir süre yöneten Amerikan yanlısı diktatör Fulgencio Batista adına Fidel Castro'yu suçlayan savcı. Hani Castro'nun meşhur "Beni suçlayabilirsiniz. Sorun değil. Tarih beni aklayacaktır!" sözünün muhatabı olan kimse.
Evet bu üç savcı da tarihin tozlu yaprakları iyice silkelenmeden adı akla gelecek kimseler değil. Kiminin yıllarını cezaevinde geçirmesine neden olduğu kişiden pişman olup özür dilediğini, kiminin oğlunun yeni rejimde savcılık makamına kadar yükselebildiğini biliyoruz. Kimiyse sessizce öldü ve adını ailesi dışında hatırlayan yok. Ama sanırım bu üç ünlü ismi hepiniz hatırlamışsınızdır: Nelson Mandela, Mahatma Gandhi ve Fidel Castro. Ülkelerinin kaderini sonsuza kadar değiştiren üç devrimci. Üç avukat!
"Tehlike Altındaki Avukatlar Gününüz" kutlu olsun!
* A. Deman Güler, Avukat / ÇHD üyesi.