Zaten ilk sorun da burada çıkıyor. Kapital ve Manifesto. İki ayrı tarz iki
ayrı çalışma. Biri içinde yaşanılan mevcut sistemi anlama çabası diğeri ise
ona cepheden meydan okuma çabası . Yani yazarların amacı, piyasa kültürüne dahil olunca işlevsizleşmiş ve gelişen kapitalizm karşıtı hareketin ihtiyaçlarının büyümesinden de beslenerek böyle bir tanımlama ile
yayınlanmasına ses çıkarmamışlar. Kapital olmayı amaçlamış bir kitap ama
manifestoda karar kılınmış...
İlk olarak şunu tespit etmek gerekiyor: Seattle'la başlayan süreç geçen
bir mayısta dünya çapında bir dönüm noktasından geçmiş ve "kapitalizme
karşıyız ama ne istiyoruz" sorusunu pratik olarak herkesin gündemine
sokmuştur. Dünya Sosyal Forumu'nun toplantıları, ilk arayış çabaları olarak ortaya çıkmış ve mücadeleyi sürdüren örgütler, gruplar, çevreler birbirlerini tanıma imkanı bulmaya başlamışlardır. "Artık ne istiyoruz" sorusu, gelişen hareketin bir talebi olarak biçimlemeye başlamıştı. Bu çalışma böyle bir zeminde ortaya çıkmış ve kendisini açıkça ortaya koymuştur. Ama yazarlar, bununla da yetinmiyor ve kitabın önsözünde küreselleşmiş bir dünyada genel bir iktidar teorisi kaleme almayı amaçlıyor diyerek bir başka alana da sıçrıyor. Zaten kitabı okumaya başladığınızda da ilk önce bu alanla
karsılaşıyorsunuz. Ondan sonra temel saptama olan ekonomik, politik ve
kültürel alanların giderek örtüştüğü analizi üzerinde yükselen biç-politik
üretim tarzının detaylı açıklaması geliyor. Ardından İmparatorluğa karşı
değişimin öznesi ni tanımlayan çokluk kavramı ... Bunu da güruh kalabalık kitle ve halktan ayırıyor. Özellikle halk kavramını ulus devlete ait bir kategori olarak tanımlıyor. Sıraladığı kavramları edilgen ve pasif bulduğu için çokluk kavramını üretiyor ve ona da etkin bir boyutluluk yüklüyor ve bu nedenden dolayı da bu kavram çatısı altına giren unsurların otonomiyi ve nihayet demokrasiyi başarma yeteneğine sahip olduğunu söylüyor.
Şimdi İmparatorluk içinde hiyerarşinin en üstünde yer alan ABD' ye
gelebiliriz. ABD'nin bu konumunu da Avrupalı emperyalist güçlerle
benzerliğine değil, ABD'nin Federalist kuruluş döneminde emperyal eğilimlerle kurulması farklılığına bağlıyor. Bu tezi desteklemek için de ABD-İspanya ve ABD'nin Vietnam Savaşını bu amaçlardan sapma olan emperyalist pratikler olarak tanımlıyor. Çok basit bir soru: Klasik uluslaşma süreci içinde ulus adı taşımayan Büyük Britanya'nın egemenlik dönemini neden böyle adlandırmıyorlar ya da Grek-Roma kültürünün devamı olarak görmüyorlar? Neden İmparatorluk'ta Büyük Britanya hegemonik güç değil? Bu soruların yanıtı
yoktur. Çünkü kurgu, ABD'nin farklılıkları üstünedir. Peki daha dün değil miydi, Şili ve Yunanistan halkından özür dilenmesi, Endonezya'daki katliamlardan bizzat
sorumlu olduklarına dair kanıtların ortaya çıkması. Emperyalist özelliklerden sapma olarak görülen faaliyetlerde bir süreklilik olduğu çok
aşikar. ABD' nin öne çıkmasında rol oynayan faktör, Avrupa emperyalistleri ile farklılıkları değil, Sosyalist Bloka karşı, Emperyalist Blok'ta hegemonik güç olması, iki paylaşım savaşından da tahribata uğramadan çıkmasıdır . ABD toprakları üzerinde bir savaş yaşamamıştır.
Biyo-Politik Üretim
Bu saptama, disiplin toplumundan kontrol toplumuna geçiş olarak üretim
temelinin değişmesi ve bundan kontrol toplumuna geçiş olarak üretim temelinin
değişmesi ve yeni bir üretim tarzına geçilmesini öngörür. Ekonomi politika ve kültür arasındaki farklılıkları da kaldırdığı için aslında bir bütünlük ortaya koyar yada bu mantığın doğal sonucunun aynılaşmış bir bütünün olması gerektiğidir.
Fakat kültürel alan, her ne hikmetse daha gerilerden gelir. Politik alan da öyle. Üstyapının görece özerkliği aslında bu tarihsel süreçte tüm çıplaklığı ile ortaya çıkmış ve yeryüzünün her tarafında bu eğilime yönelik
kendiliğinden direnişlere tanık olunmaktadır. Bizzat emperyalist
metropollerin kendisinde bile bire bir uygulama alanı bulduğunu söylemek
zor. Hele tüm dünya için biyo iktidar tanımını yapmak herkesi aptal yerine
koymaktır. Kapitalizmin eşitsiz gelişimi emperyalist -kapitalist hiyerarşinin de temelini oluşturmaktadır. Eğer bio-iktidarda amaç kontrol
ise Cenova ve Goteburg'taki devlet şiddetini nasıl açıklamak gerekmektedir? Ya da Cenova'da gözaltına alınanlara bizde artık alışkanlık yapan fiziksel işkence uygulanmasını nasıl açıklayacağız yada en son Guantanamo üssünde çekilen fotoğrafların basına verilmesine ne diyeceğiz?
İmparatorluk İçinde Alternatifler
Bir kez emperyalizm çağı bitince ondan kaynaklı olarak ta proletarya enternasyonalizmi çağı da bitmiş oluyor. Bakın proletarya enternasyonalizmini nasıl tanımlıyor: "Dünyanın bütün işçileri birleşin, birleşin ama milli, birleşin ama milli kimlikler temelinde değil sinir ve yasak tanımaksızın doğrudan ihtiyaçlar ve istekler temelinde" simdi istediğiniz gibi bir tanım yapıyorsunuz ve ondan sonrada don Kişot misali bu değirmenlerle savaşıyorsunuz. SSCB nin adı size bir şey hatırlatıyor mu? Bence açık yazılmalı ve biraz da yüksek sesle okunmalı. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği. Kaç cumhuriyet var acaba? 15 ulusal cumhuriyet. Bir de "İmparatorluğun kuruluşu, enternasyonalizme yanıttır" deniliyor (S.76)
Sermayenin doğasına ilişkin tartışmalar yapılırken de Rosa Luxemburg ve Marks'a kadar gidilip sermayenin sinirsiz bir genişleme arzusu olduğu söyleniyor. Sermayenin böyle bir arzusu ve eğilimi varsa o enternasyonalizme yanıt vermek için imparatorluk kurmaz. gidişatında o vardır zaten.
Simdi buradan da yeni doneme geçiyoruz. aslında cehaletin ortaya çıktığı noktada tam burasıdır. 20.yy sonlarındaki mücadeleler sıralanıyor (S.78) ardından "kıvanç duyduğumuz iletişim cağında mücadeleler herşeyi yapmış, ama iletişim kuramamıştır" (S.79) temel saptaması yapılıp rizomlar biçimindeki mücadeleye ve örgütlenmeye gönderme yapıyor. sanki acelesi varmış gibi bir şeyleri kotarmaya çalışıyor. bu çıkışları yeni bir enternasyonal mücadele dalgası değil de toplumsal mücadelelerin yeni bir niteliğinin ortaya çıkışı olarak (S. 80) görmek gerekir derken ardından ortak bir düşmanı tanımlayamadıklarını ve bundan dolayı da iletişim kuramadıklarını söylüyor.
Aslında tıkanmanın gerçek nedeni ise zayıf halkanın ortadan kalkması olduğuna dayandırıyor. Burada bildik sözcük oyununa başvuruyor. 'Zayıf halkadan küresel gücün eklem yerlerinin kırılgan olduğu dışsal bir noktayı algılayabiliriz' diyerek zincir kavramlaştırmasını el çabukluğu ile yok ediyor. Zincirin halkalarından değil de zincirin dışında ona eğrelti olarak eklemlenmiş bir şeylerden söz ediyor. zayıf halka ortadan kalkınca geriye imparatorluğa karşı günümüzün materyalist teleolojisi kalıyor ve bunu da günümüzdeki bir politik söylemin bir politik manifestonun bunu içermesi gerektiğine bağlıyor.(S.89)
Kavramsal Belirsizleştirmeye Çarpıcı Bir Örnek:
Modernliğin kendisi krizle tanımlanır. bu içkin kurucu yaratıcı kuvvetle düzeni yeniden tesis etmeyi amaçlayan askın iktidar arasındaki durmak bilmez çatışmalardan doğmuş bir krizdir.( S 99. 12 notu dipnot) Şimdi çok yalın ve anlaşılır olan bu tarih neden bu kadar belirsizleştirilir. Burjuvaziyle proletarya arasındaki çelişki dememek için tüm bir kavramsal arka plan değersizleştirilir. Bütün bunlar kendi mecrasında akan Marksizm dışı kavramsallaştırmayla yapılsa söylenecek pek bir şey olmaz. Ama referanslar Marksizm, iddia komünist olmak. Açıkça anarşist olmadıklarını belirtiyorlar. Sorun da o zaman başlıyor. Bu tarihsel süreç asli kavramları ile yürütülmeye başlayınca halk kavramına çarpan yazar, 'her ulus çokluğu bir halk haline getirmek zorundadır' diyerek meseleyi de hallediyor. Nasıl olsa ilerleyen yerlerde ulus devleti işlevsizleştireceği için halkı da ona bağlıyarak ikisinin birden işini görmeye niyetli.
Halk, Marksist literatürde siyasal bir kavram olarak tanımlanmış ve egemen bloka karşı olan tüm sınıf ve tabakaları içine alacak bir tanımlama yapılmıştır. Halk hareketinden çokluğun hareketine giren surecin taşları aslında yaygın bir belirsizleştirilerek işlevsizleştirme üzerine kurulmaktadır. Keza ulus için yaptığı tanımın klasik Marksist gelenek içinde yapılandan farkı nedir diye sorduğumuzda da yazar oldukça zorlanacaktır.(S.126) Sosyalist partilerin güçlü ulusal hareketlerle uzlaşmak zorunda kalmasını Bolşevizmin, özellikle de Stalin'in devrimci olmadan önce kaleme aldığı diye olumsuzlanan makalesine gönderme yaparak ulusal mitoloji alemine girmesine bağlayarak yine bir taşla iki kuş vurmuş oluyor. Sosyalist partilerin( siz bunu sosyal demokrat partiler olarak okuyun. Yazar aslında 1914 öncesine atıfta bulunuyor.)Ulusal bayrağa sarılması tam tamına emperyalizme geçiş ve isçi aristokrasinin ortaya çıkışıyla ilgilidir. Bu partilerin ulusal bayrağa anavatan savunmasına sarılması tam tamına emperyalizme geçiş ve işçi aristokrasinin ortaya çıkışıyla ilgilidir. Yazarlar bu tarihsel gerçeği atlayıp sorunu söz oyunu ile Bolşevizmi bağlıyor. Onu da birbirini izleyen zincire dönüştürerek Stalin'in ulusu tarihsel bir kategori olarak değerlendirmesini temel alarak, milliyetçilik sosyalizm olmuş sosyalizm de Rusya olmuş ve korkunç İvan da Lenin'in yanında bir mezara konmuştur diyerek perdeyi kapatmaktadır.
Şimdi sözü edilen 30- 40 yıla sığan tarihsel bir süreç. Yani çok çeşitli vektörlerin etkili olduğu karmaşık ve zor bir süreç. Nasıl olsa, herşey imparatorluğa giden yolda ortadan kaldırılmalı tezinden hareket edildiği için herkesin aptal yerine konulmasında da bir sakınca görmemişlerdir kitabın yazarları.
Çeşitli İnciler
Sömürgecilik sorunu tartışırken yazarlar zımnen de olsa farkı bölgelerde,
farklı insan topluluklarında kapitalizmin sıçramalı bir gelişme gösterdiğini (S.141) kabul ediyorlar. Ama bu saptama yazarların bugünü değerlendirmede yine ihmal edilen bir yer tutuyor. Eşitsiz gelişme mi? Şimdi sırası mı? Hem de küreselleşirken.
Bir de yazarlar, utangaçça da olsa 'komünist ve sosyalist hareketlerin sömürgecilikten kurtulurken kendilerine özgü modellerde geliştirip Sovyetler Birliği'nden farklılıklarını gösterebilmişlerdir' diyerek bir tarihsel gerçeği daha dip not olarak kabul etmek zorunda kalıyorlar. Fakat burada yine aynı sözcük oyunu oynanıyor. Mücadeleler, ulusal niteliklerini değil kendi somut koşullarını vurgulamışlardır ve de tavır alışlar da ulusal özelliklerden ziyade politikalar üzerinden şekillenmiştir. Yani her ülkede proletarya ulusun kendisi olmalı gerekir saptamasını tarihsel olarak doğrulamışlardır. Yazarlar oldukça zorlama yorum yapmaya devam etmektedirler. Bir örnek daha ister misiniz? "Çağdaş köktenci başkaldırıda yeni olan aslında yeni emperyal düzende ortaya çıkmakta olan güçlerin reddedilişidir. Piyasasının güçlü bir reddi olduğu oranında bu devrime ilk post modern devrim diyebiliriz. (S.168) Neden İran seçilmiştir yine belirsizlik var. Örneğin Nikaragua neden çağdaş köktenci bir başkaldırı olarak değerlendirilmiyor da İran değerlendiriliyor. Demek ki bu açıdan bakıldığında İran devrimi dünya ilk olarak kabul edildiğinde sonraki İslamcı köktenciliğe giden yolda açılmış oluyor. Avrupa merkezci tarih anlayışı toplumsal surece de yansıyor.
Size başka bir değerlendirme. Soğuk Savaş ideolojisi ikili bölünmenin en abartılı biçimlerini doğurdu ve bunun bir sonucu olarak modern Avrupa egemenliğini belirlediği gördüğümüz bazı merkezi unsurlar ABD de yeniden ortaya çıktı. Neden ısrarla ABD' nin farklılığı vurgulanmaya çalışılıyor anlamak zor.
Toplumsal emek giderek maddi olmayan emek haline gelince sermaye çağının ötesi yeni bir toplumsal üretim tarzını da gösteren bir süreçtir saptaması kolaylıkla yapılmaktadır. (S.273) Çok basit bir denklem islemektedir. Hizmet sektörü değer üretmez burada ücretle çalışma asil olarak canlı emeğin ürettiği birikimden çekilen payın bölüşümündeki bir sömürü biçimidir. Doğal olarak gerçek üretimdeki durma bu alana akıtılan değer miktarını da belirlediği için kriz bu alana da yansır. Hizmet sektörünün değer üretmesininasıl açıklamaktadır merak konusu. Emperyalist kapitalist hiyerarşide emek yoğun ülkelerde daha çok canlı emek ve üretim vardır.
Yeni üretim tarzına karşı tereddüt
Aslında yazarlar "çalışanlar tam anlamıyla yeni enformasyon teknolojileri kullandıkça bazı sektörlerde fabrika mekanı ortadan kalkmıştır."(S.307) diyerek savundukları yeni üretim tarzının olup olmaması konusunda da tereddüt taşıdıklarını göstermektedirler. Hatta bunu "sermayenin artan hareketliliği yönündeki bu eğilimler mutlak değildir ve önemli karşı eğilimler de vardır. (S.312) diyerek bir gerçeği zımni olarak kabul ediyorlar.
Asıl mesele ve asıl cehalet ulusal ölçekteki tüm stratejiler reddedilmesini önerdikleri (S.345) yerde ortaya çıkıyor. Amaç tek bir sendika örgütünün teorik temellerini atmaktadır. Halbuki ulus devlet sınırları içinde farklı ekonomik düzeyler; farklı biçimde krizi yasamakta ve bir çok ulus devlet içinde dengeleri sarsan sınıf çatışmaları yaşanmaktadır.
Doğal olarak kopuş aynı tek bir ulus devlet içinde de başlayabilir. Yani zayıf halka... Burada zayıf halkanın bölgesel bir nitelik taşıma eğiliminin çok yüksek olduğunu da belirtmek gerekiyor. Halkalar arasındaki iletişim ve etkileşim, müdahale edecek olan öznel gücün örgütlülüğüne bağlı olarak devrimler zincirine dönüşebilir. Bu kadar dallanıp budaklanma ve komünizmin teorik tarihsel geçmişin belirsizleştirilmesinin gelip dayandığı nokta küresel yurttaşlık , toplumsal ücret ve yeniden sahiplenme hakkıdır. Bunu gerçekleştirecek olan da Latince den alınan eylemlilik halinde güç olan possedir.
Derli Toplu Bir Reform Manifestosu
Asıl olarak ta iktidarın gücü karşısında Neo-Hıristiyanlık olarak ortaya çıkmıştır. Yazarlarda böyle bir eleştiri ile karşılaşacaklarını bildikleri için önceden savunma düzenine geçmişler ve asıl olarak ta yapmak istediklerinin materyalist bir teleoloji olduğunu söylemişlerdir. Karşı iktidar nedir, ne anlama gelmektedir; bunlar yoktur. Hele bunca deneyimin ve yenilginin yaşandığı koşullarda bunları atlamak her şeyden önce insanların tarih bilgisi ile alay etmektir. Yapılan da budur ya da kapitalizm karşıtı hareket içinde başlayan tartışmalarda en iyi niyetle derli toplu bir reform manifestosu olarak görülebilir.
Hayırlı bir yol olmadığı için de hayırlı yolculuklar dileyemiyoruz. Doğru olan, ortaya çıkan olanaklar ölçüsünde zayıf halkaları çözümlemek ve oradan da bölge devrimleri üzerinden dünya devrimine kafa yormaktır. Zordur zahmetlidir ama gerçek yolda odur. Yani bölgesel ve "küresel" ölçekte bakıp bulunulan halkanın olanaklarını somut olarak ele alıp devrimci bir perspektif geliştirmektir.
Bunun da ilk şartı pek hoşlanılmayacak ama şu "bağımsızlık" fikrinde yatmaktadır. Sosyalist bir inşa için bağımsızlık istemek zorundasınız. Yeter ki yaşadığınız ülkenin koşullarını önemseyin. Ufkunuz geniş ve yürüme cesaretiniz olsun.