Onlar nefret ekti; biz ölüm, acı, ağıt biçiyoruz. Onlar, siyaseti korku ve şiddet dolu stratejilere hapsedenler, güçlerini sözlerinden değil ellerindeki silahların kalibrelerinin büyüklüğünden alanlar, insanı, öldüren ya da ölen özneler olarak araçsallaştıranlar, daha korkuncu, öznelikten bile çıkarıp rakamlara indirgeyenler, ah, en fenası bu ya, "savaşta olur böyle şeyler" diyenler... Onların adını siz koyun.
Ve bu kez kahramanlar savaşanların değil, barıştan yana olanların arasından çıkacak; buna hazır olun. Yalnız, barış istemek histerik bir devlet reaksiyonuyla, olmadı devletin gönüllü saldırı gücü olan güruhun nefret dolu saldırılarıyla karşılaşacak diye değil; yalnız, barış istemeyi devlet ağzıyla konuşmaya, devletin arzu ettiği makbul ve pasif konuma indirgeyen siyaset körlerinin aymazlığıyla mücadele ediyor olduğumuz için değil...
Bu kez, artık hiçbirimizin kaçamadığı bir savaşın içine topyekûn atılmış olduğumuz, bu savaşta açıkça taraf ilan edildiğimiz için; evet, hakkın, hukukun, özgürlüğün hayaline; ölümün, acının, eşitsizliğin olmadığı bir dünya, bir ülke hayaline taraf olduğumuz için kahramanlar biz "barış" diye haykırmaktan yılmayanların içinden çıkacak.
Barış, yalnız onu istemekle gelmeyecek. Barış istemenin bedelleri giderek ağırlaşıyor, ağırlaşacak; açıkça "barış istiyorum" deyip eli silahlı tüm güçleri ellerindeki silahı koşulsuz olarak bırakmaya davet edenler baskıyla, tehditle, hedef göstermeyle, gözaltılarıyla, soruşturmalar, kovuşturmalarla sindirilmeye; tüm bir barış muhalefeti, savaşın iki ya da daha çok şiddet odaklı tarafından biriyle ilişkilendirilmeye çalışılıyor. Eh, pratik olsa da kaçak bir yol. Ancak, savaşan tarafların özellikle de devletin savaş hukukuna dahi sığmayan eylemlerini eleştirmeye girişenin karşısına yüz yıllık milliyetçi histeriyi ve o meşhur devlet refleksini çıkarması açısından başarılı olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Yine de belli ki her geçen gün ağırlaşan bedelleri ödemek pahasına barış talebi güçlenerek yükseliyor. Ankara'daki vahşi saldırı sonrasında, hiç beklemeden, "neredenmiş, kimdenmiş?" demeden saldırıyı lanetleyip barış isteğinin haklılığını vurgulayanların sayısı o kadar çoktu ki, saldırı şimdiden yalnızca kara bir sayfa olarak değil gerçekleştiren odak için "utanç dolu" bir sayfa olarak da tarihe geçti.
Muhtemelen, "Türkiye'de, yönettiği dönemde ülkede terör nedeniyle yaşanan sivil can kaybı en fazla olan lider" olarak anılacak Cumhurbaşkanı Erdoğan ise yine hedef şaşırtıyor; mahkemeleri göreve, belli ki "millet"i vazife başına çağırıyor. Savaş siyasetinin temellerinde yatan bir argümanla hem de: "Ya bizim yanımızda yer alacaksınız, ya da teröristlerin yanında." Devletin, hükümetin eylemlerini desteklemeyenleri doğrudan "terörist" ilan ediyor. İtidal hak getire...
Tarih anlatıyor: Siyaset üretemeyen iktidarlar, ortalığı gözdağı vererek yatıştırmaya çalışır. Kayıpların nedenleri, savaşın sonuçları, yıkımın boyutu falan pek umurlarında olmaz. Güç hastalığı, sonsuzmuş yanılgısıyla üzerine oturulan tahtın yalan heyecanı, ne derseniz deyin; telaş ve şiddet, bu tür iktidarların belki de tutunacak son dallarıdır.
Hayal bu ya, "barış" diyene müteşekkir olması, hadi bunu bir tarafa bırakalım, en azından "barış" diyeni dinlemesi gereken devlet, şiddet dilini konuşmayanlara gözdağı veriyor.
İşte dün, "barış istiyoruz" diyen arkadaşlarımız tutuklandı. En soğukkanlı, resmi mezalimin kaç türlüsüne tanık olmuş avukatlara, işkencenin türlüsünden geçmiş siyaset insanlarına bile "artık bu kadarına da pes!" dedirtecek biçimde hem de. "Bu suça ortak olmayacağız!" dedikleri için kanunsuz, izansız, vicdansız bir oyunun kurbanları olsunlar, olalım istiyorlar. Hem de ne zaman? Cumhurbaşkanı, tüm ülkeye fırça çekerken mahkemelere de gereken ayarı verdikten, "adliyenin bir kapısından girip diğer kapısından çıkıp giden"lere tahammül edemeyeceğinin altını çizdikten bir gün sonra.
Devletin tepesindeki, terör en bariz biçimiyle başkentin göbeğinde canlar aldıktan saatler sonra, kendi gözüyle birlikte toplumun gözünü de bambaşka bir yere çevirmeye çalışarak terörü kalemlerimizde, sözümüzde, çalışmalarımızda arıyor. Terörün tanımını yeniden yaparak bu yeni tanımla Ceza Kanunu'nu yeniden donatacağını beyan ettiği günün ardından anlıyoruz: "BARIŞ!" demek terör suçundan yargılanmak ve ceza almak için geçerli bir sebep artık.
Şimdi hepimiz, hayatta kalabildiğimiz sürece devletin, "ya bendensin yahut teröristsin" baskısının sözde hukuki suretiyle yüzleşiyoruz. İstiklal Mahkemeleri'nde, sıkıyönetim mahkemelerinde, savaş mahkemelerinde olduğu gibi...
Arkadaşlarımız, kendilerine yöneltilen, geçersizliğini öyle uzak gelecekte değil eminim ki yakın bir zamanda herkesin anlayacağı suçlamalara karşı barış taleplerini bu kez de adliye koridorlarında, mahkeme salonlarında dile getirdiler. Hüküm belki çoktan verilmişti, soğuk Ocak ayının sıcak ve ölüm dolu gündeminde, işinden başka her şeyi yapan biri tarafından...
Ama dün akşamın kara kışı hatırlatan havasında, karanlığında mahkeme önünde, boynu duyduğu kararla, dostları, meslektaşları için belki biraz bükülmüş fakat başı dimdik bir grup insanın ortasındayken bir kez daha anladım: İrademiz güçlü, yaşanabilir bir ülke özlemimiz büyük. Bir daha hatırlamak, hatırlatmak ve şu lanet birkaç günün bence en anlamlı tarihsel notu olduğu için, üyeleri tutuklanan Barış İçin Akademisyenler'in Ankara'daki korkunç ve acımasız saldırı sonrası yaptığı açıklamayı not düşüyorum:
"Ankara’da yaşanan insanlık dışı alçakça saldırıyı derin bir üzüntü ile lanetliyoruz. Bu saldırıda kaybettiklerimizin acısını yüreğimizde hissediyor, yakınlarına sabır, saldırıda yaralananlara acil şifa diliyoruz. Yaraların sarılması, acıların paylaşılması için dayanışma girişimlerinin bir parçası olacağız. Savaşı yaygınlaştıran, terörü besleyen ve benimseyen, bizleri şiddete alıştırmaya yönelik her türlü politikanın karşısında durmaya, silahların sustuğu, kan ve gözyaşının değil toplumsal barışın hâkim olduğu bir ülkede yaşamak için mücadele etmeye ve sorumluluk almaya devam edeceğiz. Barış umudumuzu ve dileğimizi daha güçlü ve kararlı bir biçimde dile getirmekten vazgeçmeyeceğiz. "
Ve gözlerimiz Ankara'nın üzerindeyken, "temizlik" gibi savaş ve vahşet dolu bir ifadeyle sokağa çıkma yasaklarının ilan edildiği Yüksekova'da, Şırnak'ta, Nusaybin'de, günlerdir "Sesimizi duyun!" diye haykıran, tek günahları orada doğmak, "oralı olmak" olan insanların başlarına gelmesinden korktuğumuz vahşetin gölgesinde tekrarlıyoruz:
Hayır, korkmadık! Ne devletin savaş politikalarının ne de şiddete sarılmış eylem odaklarının yanında yer almayacağız. Savaşınız büyüdükçe sözümüz de büyüyor. Şiddetin, şiddete sığınanın tatmin olmaması için elimizden ne geliyorsa yapacağız; ve evet, Cumhurbaşkanı doğru tespit etmiş: Kalemimizle, sözümüzle; ama yetmezse çığlığımızla, dayanışmamızla...
Kızılay'ı Sur'dan, Ulus'u Cizre'den ayırmadan... (MÇ/HK)