Lorca ile ilk tanışmam lise yıllarında “Atlının Türküsü” olarak da bilinen “Atlı”isimli Livaneli şarkısı ile oldu. Müziğindeki insana dokunan Flâmenko ezgileri ve o müthiş naif ve neden öyle olduğunu bir türlü anlayamadığınız etkili sözler. Bu şiirin o basit ve incelikli hali hayalimde içli ama güçlü bir Lorca canlandırıyordu onu henüz hiç bilmeden. Kim olduğunu öğrendiğimde ise ben hep Lorca’dan yana oldum, onun hep ezilenlerin yanında olması gibi.
Federico Garcia Lorca; faşizme karşı, fakirlerden, Çingenelerden bugünün moda tabiriyle hep ötekinde yana olan, İspanya’nın büyük şairi. Şairliğine yakışır şiir gibi oyunların yazarı. Ölümü, yaşamı, kadınlığı, sistemi, feodaliteyi sorgulayan halktan yana bir insan.
Versus Tiyatro bu sezon bu büyük şairin en önemli oyunlarından biri olan “Kanlı Düğün”ü sahneye taşımış. Metin Balay’ın yönettiği oyun kalabalık bir oyuncu kadrosu ile Talimhane Tiyatrosu Blackout sahnesinde oynanıyor.
Oyun İspanya kırsalında bir aşk hikâyesi üzerinden feodalite, toprak insan ilişkisi, insanların sistem karşısındaki çaresizliklerini ve doğaları ile dayatılan arasında kalmışlıklarını anlatıyor. Versus tiyatro ise oyunu Lorca’nın oyunda yer almayan şiirleri ile besleyerek, onları şarkıya dönüştürerek oyunu hem katmanlandırıyor hem de ona müzikal bir etki ekliyor. Oyunun kendisi de şiirsel olunca ortaya sanat dolu bir iş çıkıyor.
İspanyol halk dansı olarak bildiğimiz Flamenkoya da oyunda yer vererek, ona bambaşka gözlerle bakmamızı sağlıyor. Flamenkonun sadece bir dans olmadığını bir halkın acıları ve yaslarının ifadesi olduğunu seyircisine duyumsatıyor. Yoksa o sert ayak vuruşlarının başka ne anlamı olabilir. Acının en sert ama en duyarlı ve çaresiz ifadesine dönüşüyor Flâmenko. Lakin bu fikir güzel olmakla beraber sahnede umulan etkiyi yaratamıyor. Danslarda zaman zaman aksamalar olması seyirciyi olumsuz etkileyip oyundan koparabiliyor. Şarkılar içinde benzer bir durum söz konusu. Kimi oyuncuların şarkıları içinizi titretirken, kimisi biraz daha çalışmalıydı dedirtiyor. Kadınların şarkıları ise neredeyse hiç duyulmuyor, dramaturjik olarak en duyulması gereken onların sesiyken.
Oyunculuklardan kaynaklı olduğunu düşündüğüm inandırıcılık problemleri de yer yer görünüyor. Özellikle Leonardo karakterinin, fazlaca bağırdığı yerler doğrusu rahatsız edici. Leonardo’nun aşkını ve çaresizliğini değil, daha çok öfkesini izliyoruz sahnede. Beri taraftan annenin yaşadıklarına duyduğu öfke, bir el hareketi ve çatılmış kaşlardan öteye geçmiyor gibi görünürken, Leonardo’nun karısı üzgünden çok bezgin bir hal çiziyor. Dik durmak nasıl öfke değilse, omuzlarını düşürmek ve ayaklarını sürümek de üzüntü değil.
Kostümler oyunun ruhuna çok uygun. Seyirciyi İspanya’ya götüren köylü kıyafetleri çok ölçülü ve yerinde. Oyuncu kadınların ayaklarındaki dans ayakkabıları hem İspanya’yı hem Flamenkoyu hatırlatıyor. Ay ve gecenin atışma sahnesi, ya da iyi ve kötünün savaşı olarak niteleyebileceğim sahnede ise rol kişilerinin üzerindeki uzun kuyruklu Flâmenko kostümleri çok yerinde bir seçim. Hele de iyiliğin temsili olarak seçilmiş olan oyuncunun iri cüssesi, güzelliğin bize dayatılan normlarını kırarak yeni bakış açıları geliştirmemize imkân sağlıyor.
Oyuncu olmayan profesyonel Flâmenko dansçılarının hem dans edip hem konuşmalarını beklemiyorum. Ama bu sahnede onların yerine oyunda başka bir rolde gördüğümüz bir oyuncunun sahnenin önünde gezerek konuşması ve kimin ağzından konuşuyorsa onu temsil eden renkte –siyah ya da beyaz- bir örtüyü başına örtmesi hem kafa karışıklığı yaratıyor hem de yaratılmak istenen etkiyi zayıflatıyor. Bunun yerine oyuncuyu hiç görmeden arkadan sadece sesini duyduğumuz bir çözüm hem daha basit hem daha etkili olabilirdi.
Dekor basit ve anlaşılır. Mekân değişikliklerini göstermek için kullanılan masa örtüsü değiştirme işine gerek var mıydı, çok emin değilim. Belki bu yola başvurmaya gerek bile olmayabilirdi. Bu yöntem oyunu bir parça zayıflatıyor. Bu dışında sevgililerin kaçışı ve yakalanması sahneleri için kullanılan büyük çamur, toprak renkli örtü çok işlevsel. Sahneyi içerisi ve dışarısı olarak ayırırken bu denli büyük bir sahne payını toprağı temsil eden bu dekora ayırarak aslında başrolün kimde olduğunu bize gösteriyor.
Oyun üzerine dramaturjik olarak çalışılmış olduğu görünüyor. Lorca'nın dert edindiği şeyler sahnede bu yolla görünür hale geliyor. Faşizmin insanın günlük yaşamına nasıl sızdığı, toprağı büyütmek için evlatların nasıl harcandığı, kan davası denen şeyin aslında sistemin insanı köşeye sıkıştırmak için bulduğu bir yöntem olduğu ve bu sistem karşısında aşkın hiçbir değerinin olamayışı, ekonomik dertlerin çok para sahibi olmanın her şeyin üstünde olduğu bu dünya, anne ve gelinin genç adamların ölümü sonrasındaki konuşmasında iyice su yüzüne çıkıyor. Genç kadın kendini, aşkını ve suçsuzluğunu anlattığında anne ikna oluyor ve soruyor, “Suçlu o değil, ben de değilim. Suç kimde?” Bu soru tüm oyunun özeti gibi. Bu esnada seyirci de kendisine soruyor ve bir cevap arıyor. Cevap oyunda saklı. (NK/NV)
Yazan: Federico Garcia Lorca
Yöneten: Metin Balay
Her Cumartesi Şişli Blackout Sahnesinde.