Bir Ege akşamının serinliğinde, Orhan Savaşçı ve Gülten Çayan'ın endişeli bakışlarla Mihri Belli'nin sağlığını merak etmeleri, ertesi gün telefona sarılmama neden oldu. Sevim Ablanın her zamanki soğukkanlı, ama bu kez hüzünle yankılanan sesi, bir gece önceki endişenin yanıtı oldu: "Mihri'yi az önce kaybettik!" Uzun bir sessizlikten sonra, kadife gibi yumuşak bir fısıltıyla: "Giderken ele ele, gözgöze ayrıldık. 52 yıllık beraberliği böyle romantik noktaladık."
Rüzgarın dans ettirdiği çam ağaçlarının arasından yolculuğa başladım:
Yıl 1965! Bir yandan Türkiye İşçi Partisi (TİP) üyesi ve partinin Ankara Gençlik Kolları yönetim kurulundayız, diğer yandan da Sosyalist Kültür Derneği'nin Cumartesi konferanslarının tiryakisi ve Yön dergisi okuyucusu. O dönemi bilenler, Doğan Avcıoğlu'nun yönetimindeki Yön'ün anlam ve önemini itiraf ederler. İşte tam o sıralarda, Yön dergisindeki bir yazı dikkatimizi çeker: "Batı" Nedir Artık Bilmeliyiz" başlığını taşıyan bu yazının sahibi, adına ilk kez rastladığımız E. Tüfekçi'ydi. Yazı açık, duru ve yalın bir dille, Batı'yı burjuva demokratik devrimler çağında bu devrimi gerçekleştiren ülkeler, Doğu'yu da bu devrimleri, o çağda başaramayan ülkeler topluluğu olarak değerlendiriyor ve Doğu'nun Batılı olmak uğruna, gelenek ve göreneklerinden vazgeçmemesi gerektiği vurgulanıyordu. Çok farklı bir bakış açısı olan bu yazı beni etkilemişti, ama yazarın adını hiç duymamıştım.
E. Tüfekçi, "Eski Tüfekçiler"miş
1965 seçimlerinde gerek Yön dergisi çevresi ve gerekse parti dışındaki entelijansiyanın önemli bir kesimi TİP'i desteklemişti. Milli bakiye sisteminin yardımıyla 15 TİP'linin meclise girmesinin yarattığı coşku, unutulacak gibi değildi. Seçim öncesi yapılan radyo konuşmaları ve kitlesel mitingler, özellikle de Büyük Sinema'daki tarihi kapalı salon toplantısından sonra alınan bu olumlu sonuç, kısa bir süre sonra kendi illüzyonlarını da yaratarak, parti içinde gelecek seçimlere ilişkin fantezi rüzgarları esmesine yol açtı. Mehmet Ali Aybar'ın, "1969 seçimlerinde başa güreşeceğiz" söylemi, TİP'in kaderini belirleyen köşe taşı olacaktı.
O dönemde, TİP içinde farklı bir dil kullanan, yeni çıkan kitapları sürekli izleyen Adanalı iki parti üyesinden söz etmeden geçemeyeceğim. Partinin Adana örgütüne üye olan Tuncer Yanar ve Necip Deveci, sık sık Ankara'ya gelirlerdi; TİP'in Kızılay'daki il binasında, bu arkadaşların özellikle Hikmet Kıvılcımlı ve Mihri Belli'den söz ederek, bu eski komünistlerin işkencedeki direnişlerini ve uzun cezaevi yıllarını hayranlıkla anlatmalarına tanık olurdum. İlk kez Yön dergisinde karşılaştığım E. Tüfekçi imzasının Mihri Belli'ye ait olduğunu, 27 Mayıs öncesinde mücadele eden komünistlerin "Eski Tüfekçiler" diye anıldığını, Tuncer ve Necip'ten duyacaktım. Küçük bir arkadaş grubu içinde süren bu konuşmalar, Ankara il örgütündeki ilk muhalefet kıvılcımlarının tohumları sayılabilir. Ancak esas kıyamet, Doğan Avcıoğlu'nun Yön dergisinde "TİP Nereye Gidiyor?" manşetiyle çıkan yazısıyla koptu.
Seçimlerde TİP'i destekleyen, sol aydınlar üzerinde tartışmasız bir etkinliği olan Yön'ün bu tavrı, dışarıdan gelen bu muhalif sese karşı parti içinde geniş bir tepki oluşturdu. Avcıoğlu, Aybar'ın "69'da başa güreşeceğiz" şiarından yola çıkarak, TİP'in parlamentarizm batağına saplanmaya doğru ilerlediğini vurgulayarak, TİP'i radikal ve militan bir parti olmaya çağırıyordu. Aybar bu eleştirinin sonuçlarını hesap ederek, başta Reşat Fuat Baraner ve Mihri Belli olmak üzere, seçimlerde TİP'i destekleyen Komünist Partili unsurların TİP'in sırtında bir yumurta küfesi olmasından kurtulabilmek için, bir "açılım" geliştirmeye yöneldi. TİP'in geçmişteki komünist örgütlenmelerle uzaktan yakından bir ilişkisi olmadığını, Türkiye'nin yeni koşullarında ortaya çıkan yepyeni bir oluşumu temsil ettiğini ilan etmeye başladı.
Böylece TİP'le TKP geleneğinin kopma süreci başlamış oluyordu. Bu kopuşmada, 5 Ağustos 1966 tarihli Yön dergisinde çıkan E.Tüfekçi imzalı yazı, TİP'le "eski tüfekçiler"in yollarının kesin olarak ayrıldığının göstergesi olan ilk teorik müdahaleydi. "Demokratik Devrim: Kime Karşı, Kimle Birlikte" başlığı altındaki bu yazı, Türkiye'nin önündeki devrimci adımı demokratik devrim olarak tanımlıyor ve 27 Mayıs sonrasında ilk kez oportünizme karşı mücadele kavramına yer veriyordu. Yazının en azından benim ve çevremdeki birkaç arkadaş üzerinde daha ilk baştan sarsıcı bir etkisi olduğunu itiraf etmeliyim. Bu arada Tuncer Yanar ve Necip Deveci aracılığıyla Ahmet Say, Vahap Erdoğdu ve eski tüfekçilerden Nuran Akşit'in (Bozer) kardeşi Aktan Bozer'le tanışma fırsatım oldu. Ama benim esas merak ettiğim ve görmek için sabırsızlandığım kimse, aylardır hakkında neredeyse efsanevi hikayeler duyduğum Mihri Belli'ydi. Yön'deki Demokratik Devrim yazısından birkaç ay sonra, bir Pazar günü Aktan Bozer'in evinde Vahap, Tuncer ve Necip'le birlikteyken, kapı çalındı ve içeriye orta boylu, atletik yapılı, sol kaşı yukarı kalkık, sert bakışlı, ama gözlerindeki sıcaklığı da gizleyemeyen orta yaşlarda bir kişi girdi. Arkadaşlarla tokalaştıktan sonra gözlerini bana çevirince, Vahap: "Hacettepe'den Ersen Olgaç abi" diyerek, bizi tanıştırmış oldu. O güne kadar lider olarak bildiğimiz Mehmet Ali Aybar'dan çok farklı bir kişiyle karşı karşıya olduğumu hemen fark ettim. Aybar, resmi, sert ve mesafeli duruşuyla itici bir kişilik sunarken, Mihri Belli sertliğini, sıcak ve sevecen kişiliğinin yedeğine almış gibi bir intiba veriyordu. Ayrıca rahat ve esprili tavırları ile karşısındakini hemen rahatlatıyordu. Elimde E.Tüfekçi'nin yazısı, gönlümde Mihri Belli sevdası ile MDD yolculuğunun ilk gününe başlıyorduk.
TİP içinde muhalefetin sesi, kendini hissettirdikçe, parti yönetiminin buna tepkisi legalizme daha fazla vurguya dönüştü. Özellikle Behice Boran, "gizli komünist partisi TİP'e sızmıştır" söylemiyle, parti içindeki gençler arasında, muhalefete yönelik daha gizemli ve cezbedici bir resim çizmiş oluyordu. Aynı sıralarda Yeni Gazete'de, 1951 TKP tevkifatının savcılarından birisi "İfşa Ediyorum" başlığı altında yayınlanan tefrika ile, 1944 İleri Gençler Birliği ve 1951 TKP davasında mahkum olan eski komünistlere ait bayatlamış MİT raporları ile saldırıya başladı ve bu çifte taarruza karşı, Mihri Belli, "Savcı Konuştu Söz Sanığındır" adıyla 1967 yazında bir broşür yayınladı. Broşürün daktilo ile yazılı ilk kopyasını, Ahmet Say'ın evinde görmüştüm. Şöyle bir karıştırınca, "Biz Eskiler" başlıklı bölümü yutar gibi okuduğumu hatırlıyorum. Aradan geçen 44 yıl sonra sararan broşürün o bölümünden kimi ifadeleri aktarmadan geçemeyeceğim:
"Biz "Eskiler"in çok özel, çok ilginç bir durumumuz vardır: Yıllar boyu hakkımızdaki en olumlu yargı, erken öten horoz sayılmak olmuştur. Türlü haller gelmiştir başımıza. On yıllık Menderes devrinin hemen hemen tümünü hapislerde, sürgünlerde geçirmiş olanlarımız çoktur. Besbelli ki, bizim alınyazımızda aforozdan kurtulmak, itibarlı sosyalist sayılmak yok... Oysa bizim söylediklerimiz, öyle pek korkunç şeyler değildir. Ancak, ta başından beri tutarlı bir çizgiyi izleme ve devrimci bilincimizle yaşantımızı bağdaştırma çabasında olduğumuzdan, bizim sözümüz kimi yerde ağırlık taşır; kimi yerde de ağır gelir... Karşılık dostun düşmanın bizi yasa dışı bırakmasıdır. Türkiye'de adamı yasa-dışı bırakma, Amerikan emperyalizminin bir numaralı ideolojik ihraç malı anti-komünizm silahını patlatmakla olur. Sağcıların bu silahtan yararlanmalarını doğal karşılarız. Ama bizde kimi sol geçinenlerin de sıkışınca bu silahtan medet ummaları acıdır. Oportünistçe davranışları eleştirilince "tepeden inmecilikle", "ihtilalci sosyalistlikle", "illegal eylem hastalığı ile suçlarlar adamı. Kenarda köşede "aman böylelerinden uzak durun, yoksa başınız belaya girer" derler hakkımızda. Biraz da haklıdırlar bu söylediklerinde. Çünkü bizlere yakın durma, bugüne dek kimseye ne güven ne de itibar getirmiştir. Ve kim bu toplumda burnunu kanatmadan sosyalistçilik oynamak isteğindeyse, bu koşullar sürdükçe, bizden kenar gezmelidir."
Devrimcilerin tercihi zor olmadı
Bir yanda 1969 seçimlerinde başa güreşmekten söz eden ve seçimle iktidara gelmeyi sosyalist devrim olarak adlandıran parlamentarist bir TİP, diğer yanda da işkencelerden, hapisanelerden alnının akıyla çıkmış bir TKP merkez komitesi üyesi ve üstelik iktidarın devrimci bir savaşla ele geçirileceğini savunan bir 'Eski Tüfekçi'. TİP içindeki birçok genç devrimci için tercih zor olmadı. Bir yıllık bir süre içinde aynı tercihi, Türkiye devrimci gençliği de yapacak ve MDD çizgisi, 68 direnişi ile özdeşleşecekti.
Mihri Belli'nin kendi adıyla yayınlanan bu broşürden sonra TİP yöneticileri ve özellikle de Aybar'la Boran her vesileyle, isim vermeden Mihri Belli'yi hedef göstermeye devam ettiler. Aybar, eleştirilerini daha çok teorik planda tutmaya çalışıyor ve sosyalist literatürün Türkçeye kazandırılmaya başladığı bu dönemde, önceleri parti yayınlarından başka bir şeyin okunmamasını önerirken, "Türkiye Sosyalizminin kitabını biz yazıyoruz" diyordu. Daha sonraları ise, sadece Marx, Engels, Lenin'in değil, aynı zamanda Rosa Luxemburg'un, Kautsky'nin ve Proudhon'un da okunmasını öneriyordu. Bu sayede genç devrimcilerin kafalarının karışacağını ve belki de Leninizmden uzak duracaklarını düşünüyordu. Behice Boran işi daha ilerilere götürerek, TİP içinde muhalif unsurların faaliyetlerine ilişkin, "bunlar komünist taktikleridir; biz bu taktikleri biliriz. Bunlar çengel atma usulüyle çalışırlar" diyecek hale gelmişti. TÖS'de düzenlenen bir panelde, Behice Boran'ın Mihri Belli'ye kastederek, "silahlı ihtilalci" tabirini kullanması üzerine, Mihri Belli 31 Ağustos 1967 tarihinde noter kanalıyla Mehmet Ali Aybar ve Behice Boran'a uzun bir ihtarname çekerek şöyle der:
"İlgili merciler ihbar niteliğindeki beyanlarınızla henüz harekete geçmemişlerdir. Ama bu ihbarlar yüzünden tek bir sosyalistin kılına dokunulacak olursa, bunun manevi yükü sizin omuzlarınıza çökecektir. Uyarıyorum."
Bu sıralarda TİP içindeki muhalefet henüz kitlesel değil, kadro boyutlarındaydı. Mihri Belli'nin Yön dergisindeki yazısı ile Mao'nun "Yeni Demokrasi" adlı kitapçığını harmanlayarak, Milli Demokratik Devrim stratejisini savunan ve TİP yönetimini oportünizmle suçlayan, dört sayfalık bir metin yazdım; aralarında Atilla Sarp, Tebessüm Sarp, Cevdet Filiz, İbrahim Seven ve Mehdi Başpınar'ın da bulunduğu 13 TİP üyesinin imzaladığı bu metni, TİP MYK'na ilettik. Sonuç, hepimizin derhal partiden ihraç edilmesi oldu. İki yılı aşkın TİP üyeliğimiz de böylece noktalanmış oldu.
Aynı dönemde Türkiye Komünist Partisi'nin yönetici kadrosu olarak bilinen "Şefik Hüsnü, Reşat Fuat ve Mihri Belli"ye karşılık, Doğu Berlin'de başında Zeki Baştımar'ın bulunduğu "Dış Büro" adına yayın yapan "Bizim Radyo" vardı. "Dış Büro" da, Eski Tüfekçilerle TİP arasındaki çelişkilerin dönülmez bir noktaya gelmesini fırsat bilerek, Reşat Fuat ve Mihri Belli'yi partiden attığını ilan ederek, TİP'le bir çeşit dayanışma içine girmiş ve Zeki Baştımar da, TKP genel sekreteri payesine kavuşmuş oluyordu.
Mihri Belli'nin gerek bu "sözde ihraçlar" ve gerekse TİP yönetiminin kendisi hakkındaki kampanyasına, fazla önem vermediğini belirtmeliyim. Şefik Hüsnü hayatta olmadığı için, Reşat Fuat'la kendisini TKP'nin doğal lideri olarak görüyordu. 1951 tevkifatında işkencelerde çözülmeyen ve hem de yurt içindeki bir önderliği temsil ettikleri için, Mihri Belli'nin bu konumundan kaynaklanan siyasi müdahale projesini, başta Reşat Fuat ve Şevki Akşit olmak üzere, Erdoğan Berktay, Nuran Bozer, Halim Spatar, Sevinç Özgüner, Vecdi Özgüner, Arif Damar gibi eski TKP'liler destekliyorlardı. Bunlar arasında sonuna kadar Mihri Belli'nin yanında kalan Şevki Akşit olmuş ve Arif Damar hariç, diğerleri daha sonraki kopuşmada, Doğu Perinçek'in Beyaz Aydınlık saflarına geçmişlerdi.
Şevki Akşit karakter olarak da Mihri abiye benziyordu. Gençlerle çok kolay iletişim kurabilen, sıcak, mütevazı ve coşkulu bir kişiliği vardı. İstanbul'da yaşıyor, Ankara'ya geldiğinde genellikle Ahmet Say'ın evinde kalırdı. Mihri Belli'nin Küçükesat'taki evinde buluşur ve saatlerce onun İstanbul'daki gelişmelere ilişkin anlattıklarını dinlerdik. Deniz Gezmiş'le iyi bir arkadaşlığı vardı ve onunla ilişkilerini sanki kendi yaşıtından söz eder gibi anlatırdı.
Nihayet 17 Ekim 1967'de Mihri Belli'nin MDD çizgisinin resmi çıkışı olan, Türk Solu dergisinin ilk sayısı yayınlandı. Derginin resmi bir yazı kurulu yoktu ve derginin merkezi Ankara'da olduğundan, Ankara kadrosu ön plandaydı. Başyazıları Mihri abi yazar, diğer yazılar da bir cephe dergisi konumunu korumak için, değişik sol kesimlerden gelirdi. Önceleri Vahap yazı işleri müdürü, Ahmet de Ankara temsilcisiydi. Kimi zaman Erdoğan Berktay'ın evinde ve kimi zaman da Mihri abi ve Sevim ablanın Esat'taki evlerinde toplanarak, derginin sürekliliğini sağlamaya uğraşırdık. Münir Aktolga ve Seyhan Erdoğdu da zaman zaman bu toplantılara katılırdı. Erdoğan Berktay, nedense Mihri Belli'ye karşı gizli bir kıskançlık beslerdi. Sanki ikinci adam olmak ona ağır geliyordu. Aslında son derece kibar, birikimli ve sebatkâr bir insandı. Ancak bu 'Mihri fobisi' nedeniyle, MDD'nin güçlenmeye başlaması üzerine, Türk Solu'ndan uzaklaştı, Anadolu Yayınları adıyla önemli kitaplar yayınladı.
Bu noktada Gün Zileli'nin Mihri Belli'nin cenazesinden sonra yaptığı bir değerlendirmeyi anımsatma gereği duyuyorum. Gün yazısında, Mihri Belli'nin olumlu yanlarını sıralarken, bunlar arasında onun Stalinist bir parti modelini dayatmadığını ve bir örgütün başına tüneyip, ölünceye kadar borusunu öttürmediğini sayar. Gerçekten de Mihri abi, Türk Solu döneminde dayatıcı ve otoriter bir yapı oluşturmaktan kaçınmıştır. Dergide çalışan bütün arkadaşlar Mihri abinin bu özelliğini o zamanlar takdir ederlerdi.
Türk Solu'nun tirajı beş bin adetti, üç binin üzerinde satıyor ve etkisini de göstermeye başlıyordu. En başta, Hacettepe Üniversitesi'nde Ergun Aydınoğlu ile beraber kuruluşunu gerçekleştirdiğimiz Fikir Klübü Mihri Belli'nin ilk kalesi sayılabilir. ODTÜ ve Siyasal'da da taraftarları hızla artıyordu.
1968 yılının başlarında Cengiz Çandar ve Hülagü Kaplan'ı Mihri abilerin Küçükesat'daki evlerine götürmüştüm. Buluşmadan çok etkilenen Cengiz ve Hülagü, Mihri Belli'nin Siyasal'da bir konferans vermesi önerimi heyecanla benimsediler. Mihri Belli'nin legal olarak ilk kez bir kitle önüne çıktığı konferansın metni, Türk Solu'nda yayınlanınca, yazı işleri müdürü olarak Vahap ve Mihri abi tutuklandılar. Beş aya yakın süren bu tutukluluk süresince, Türk Solu'nun yazı işleri müdürü Ahmet Say, Ankara temsilcisi de ben olmuştum, böylece derginin bütün yükü, Sevim abla, Ahmet ve benim üzerime kaldı.
Mihri abi cezaevinden çıktıktan sonra, Vahap'la ilişkilerinde bir soğukluk hissetmiştim. Nedenini sorduğumda, Vahap'ın cezaevindeki tavırlarını beğenmediğini söyleyerek, "hapisanede kimseyle konuşmayan ve arpacık kumrusu gibi oturan insandan korkacaksın" demekle yetinmişti.
Gençlik hareketinin önderi
Üniversite boykotları, işgaller, mitingler derken, Mihri Belli devrimci bir gençlik hareketinin önderi konumuna yükselmiş, neredeyse tüm gençlik liderleriyle bire bir ilişki içine girmişti. TİP içindeki muhalefet hızla gelişiyor, ama TİP kan kaybediyordu. Fazla değil, bir yıl kadar sonra bu kan kaybı MDD hareketine de sirayet edecekti. 1969-70 döneminde Mihri Belli ikisi resmi, biri gayri resmi, üç önemli kopuş yaşadı. Önce Doğu Perincek'in başını çektiği Beyaz Aydınlık ayrışımı, arkadan Mahir Çayan ve Deniz Gezmiş'in yeni yol haritaları. Doğu ve Mahir'in ayrılmaları yazılı polemiklerle belgelendi, ama Deniz'in ayrılması sessiz bir uzaklaşma olarak algılandı. Deniz, zaman zaman İstanbul'dan başta Mustafa Gürkan ve Zülkadiroğlu gibi DÖB'lü arkadaşlarıyla Ankara'ya geldiğinde, Mihri abiye mutlaka uğrar, eylemler ve kazanımlara ilişkin bilgiler verirdi. Deniz, Doğu ve Mahir gibi bir kadroyla değil, tek başına gitti ve giderken DÖB'deki arkadaşlarını da terk etti. DÖB'den Deniz'in arkadaşı olarak bugüne kalan tek devrimci Demir Küçükaydın olmuştur. Deniz bu yeni yolculuk için aradığını Hüseyin İnan'da bulmuştu.
Dolayısıyla, MDD'nin iki yıllık yükseliş döneminde, devrimci gençlik önderlerinin, TİP'e alternatif bir örgütsel hedef gösteremeyen Mihri Belli'den kopuşu hızlanmış oldu. Objektif olarak, bir tarafta parlamentarizme teslim olmuş, seçim zaferini sosyalist devrim olarak gören ve gittikçe zayıflayan bir TİP, diğer tarafta da devrimci ve militan bir söylem içinde olan, ama yıkıntıya doğru sürüklediği legal bir sosyalist partinin karşısına devrimci gençlik örgütü olan Dev-Genç'in ötesinde bir alternatif üretemeyen MDD. Bu ikilem, THKP(C)'nin ve THKO'nun doğuş fermanı oldu. Bundan sonra hiçbir birlik çağrısı ve çabasının artık faydası olamazdı.
Dev-Genç'e gelince: Mihri Belli'nin desteğindeki Atilla Sarp'ın yerini, artık yeni bir dönemin habercisi olarak Ertuğrul Kürkçü aldı. Atilla'nın başkanlığı döneminde yayına başlayan İleri dergisinin, yeni dönemde de yazı işleri müdürlüğünü sürdürmem konusunda Mahir'in ricasını kabul etmiştim. Bu görevi sürdürmem demek, Mihri Belli ile kopuşmak anlamına geldiği için, bir sayı sonra İleri'ye veda ettim. Mahir'in o sıralar birlikte olmamız için, İlhan Kalaylıoğlu ile birlikte, o kibar ve ince üslubuyla ikna çabalarındaki sesi, hala kulaklarımda çınlar. Oysa ki, henüz Mihri ve Şevki abilerden kopacak gücü kendimde bulamıyor ve kısa bir süre önce Mihri Belli ile Türk Solu dergisine ilişkin İstanbul'a yaptığımız yolculukta yaşadıklarımı anımsıyordum. Bolu dağlarında gece molası verildiğinde, yarı uykulu halde lokantaya yönelmiştik. Ben et kokularının geldiği ızgaralara yan gözle bakarken, Mihri ağabey domates çorbası içeceğimizi söyledi. Çorbalardan sonra dışarı çıktığımızda, omuzlarında tuttuğu paltosunun cebinden çıkardığı Yenice paketinden bir sigara yakarak, Bolu dağlarının yükseklerinden aşağıyı işaret ederek, "Harbiye cezaevindeyken devam eden yargılamalardan sonra, mahkumiyetlerimiz kesinleşince, ben, Reşat Fuat ve Enver Gökçe'yi aşağıdaki yoldan Adana cezaevine naklediyorlardı. Cezaevi arabasının içinde, ben ortada olmak üzere, üçümüzü yan yana oturtmuşlar ve tek bir zincirle bileklerimizden birbirimize bağlamışlardı. Zincir o kadar acı veriyordu ki, bir nebze olsun rahatlayabilmen için, bileğindeki zincirden bir baklayı kendine geçirmen gerekiyordu. Sol bileğim bir an rahatladı, çünkü Reşat Fuat kendisi acı çekme pahasına, bir bakla benim tarafıma geçirmişti. Sağ bileğim ise tersine çok ağrıyordu. O tarafta da Enver Gökçe rahatlamak için, benden bir zincir baklasını çekerek kendine almıştı. Buraya gelince, hep o günü hatırlarım."
Bir gün Şevki abi, Sansaryan Han'ın hücrelerinden birine atıldığında, hücrenin duvarında "arkadaşını satamazsın" sözlerini okuyunca moralinin nasıl yükseldiğini anlatmıştı. Sonradan o sözleri, Mihri Belli'nin ayakkabısının altındaki demiri sökerek duvara kazıdığını öğrenmiş.
Şevki abi ölünceye kadar Mihri Belli'nin yanında kalmıştı. Fotoğrafı da her zaman Mihri Belli'nin masasında durmuştur.
12 Mart'ın arifesinde, Türkiye sosyalist hareketi genel olarak düşüşe, silahlı mücadele yanlısı THKP(C) ve THKO atılıma geçmişti. Bu paradoksal durum, 12 Eylül öncesi için de geçerlidir. Bu gelişmenin en erken farkına varan Hikmet Kıvılcımlı, 1970'den itibaren bir yayın bombardımanına başladı. Bir yandan TİP ve diğer yandan MDD eleştirileri ile proleter bir örgütün kurulması için çırpınıp durdu. Ama nafile! Tren artık kaçmıştı.
Bu düşüş döneminde, devrimci kadroların kaymak kesimi yeni bir mücadele yolculuğuna çıkarken, Mihri Belli'nin legal parti girişiminin hiçbir anlamı kalmamış ve 12 Mart'ı izleyen Sıkıyönetimle beraber, MDD dönemi de noktalanmıştı.
"Yanlış bir iş yapmışız"
Dokuz aylık bir aradan sonra, Mihri Belli ile ilk kez 30 Aralık 1971'de Şam'da görüşebildik. İncirlik Amerikan üssünü vurmak için altı Kattuşa roketini yüklediği Fetih'e ait bir ambulansla sınıra doğru giderken yakalanarak, üç ayı aşkın bir süre yattığı Mezze cezaevinden çıkmış, THKO'ya ait bir evde Teslim Töre'nin karşısında bağdaş kurmuş halde sigarasını tüttürürken, karşılaştık. Kucaklaştığımızda ikimizin de gözlerinde sevinç pırıltıları olduğunu, daha sonra Teslim bana söylemişti. İlk cümlesi, "başını belaya sokmak istemeyen insanlarla parti kurmaya girişerek, yanlış bir iş yapmışız" demek oldu. Aklıma hemen, Söz Sanığındır broşüründeki şu sözleri geldi: "Ve kim bu toplumda burnunu kanatmadan sosyalistçilik oynamak isteğindeyse, bizden kenar gezmelidir." Mihri Belli'yle yola çıkan, ya da daha sonra ona katılanların bir tek örnek hariç tümü, 1971 tarihinden itibaren, vebadan kaçar gibi Mihri Belli'den uzak durmuşlar, onunla birlikte yaşadıkları dönemi hatıra, yazı ve söyleşilerinin dışında tutarak, kendi yaşamlarının da bir dönemini yok saymışlardır. Herkesin bildiği bu durumun bir tek izahı vardır: "Mihri Belli'ye bulaşmak insana bela getirir." Mihri Belli ile en ufak bir ideolojik tartışma içine girmemiş ve eski MDD çizgisini daha geri bir haliyle savunan bu kişiler, 1971'deki kısa dönemlik cezaevi deneyimlerinden, herhalde Mihri Belli'yi sorumlu tutuyor olmalılar.
Mihri abinin cenazesi için Ergun ve Gün'le geldiğimiz Şişli camiinin avlusunda arkadaşlarla anı tazelerken, birden karşımda 1965'lerin anıları fışkırıverdi. Muzaffer Erdost'un boynuna sarıldım ve öpüştük. Mihri abiye son görevini yerine getirmek için ileri yaşına rağmen, Ankara'dan çıkıp gelmişti. 1960'ların ortalarında Sol Yayınlar'ın Ulus'daki bürosunda Mihri abinin, daktilonun başında oturan Tebessüm'e çeviri dikte edişini düşündüm. Muzaffer abi sosyalist literatürü Türkçeye kazandırmak için büyük bir çaba içindeydi ve bu iş için de biçilmez kaftan olarak Mihri abi ve Sevim ablayı seçmişti. İlişkilerindeki disiplin ve tutarlılığı Sevim abla hep dile getiridi.
Mihri Belli ile yollarımız Filistin'de ayrılacakmış. Ancak MDD'den ayrılık, 1972'de önce MDD'nin ilk versiyonunu Kıvılcımlı aşısıyla ve on yıl sonra da Sürekli Devrim teorisiyle yenilemekle gerçekleşmiş olacaktı.
Mihri Belli ile devrimci dostluğumuz ise, Sevim abla aracılığıyla, gözlerini yumduğu güne kadar sürdü. Sevim Belli ile yakınlık ve dostluğumuzun Mihri abiden daha uzun süreceğini nereden bilebilirdim ki.
İsveç'te yaşadığımız yıllar boyunca Mihri abi ve Sevim ablayla birlikte panellere, toplantılara, mitinglere gittik. Başta Latife Fegan, Orhan Savaşçı, Hilal Altan, Gülay Özdeş ve Mehmet Yücel olmak üzere birlikte yemekler yiyip, sohbetler yaptık.
2007 yılının Temmuz ayında Ergun Aydınoğlu ile Şişli camiinin önünde buluşarak, tam kırk yıl sonra yine birlikte, Mihri abiyi ziyarete giderken, bunun son ziyaret olacağını ve dört yıl sonra aynı camiinin önünden onu yolcu edeceğimizi nereden bilebilirdik.
"Başka öğretmenin de mi var?"
Mihri abi tutuk ve yorgun görünüyor, bir yaşını doldurmamış torunu Defne'nin onu okşamasından haz duyuyordu ve henüz bilinci yerindeydi. Ergun çantasından Sol Hakkında Herşey mi? adlı yeni kitabını çıkararak, Mihri abiye uzattı. Mihri abi kitabı imzasız kabul etmek istemeyince Ergun, "sosyalizmdeki ilk öğretmenim Mihri Belli'ye sevgi ve saygılarımla"diye yazarak, kitabı geri verdi. Mihri abi, imzanın üzerindeki satırlara ani bir bakış atıp, Ergun'a dönerek, "senin başka öğretmenlerin de mi var?" deyince, Sevim ablanın, "sen bunların Troçkist olduğunu bilmiyor muydun?" yanıtı üzerine Hayrettin'in de katıldığı bir gülüşme oldu. Bir süre sohbet ettikten sonra, Mihri abinin yanından ayrıldık. Dışarı çıkınca, durumunun pek iç açıcı olmadığı konusunda Ergun'la aynı fikirdeydik.
Bu, Mihri abiyle son sohbetimiz oldu.
Türkiye Solu'nun bir dönem kaderini etkileyen bu insanı tanımlayacak bir sözcük, ya da kavram var mıdır?
Mihri Belli'ye hangi sıfat yakıştırılabilir?
Ben onun özelliklerini "Devrimci Cüretkarlık" olarak somutlaştırıyorum. Ertuğrul buna, "Devrimin Güncelliği" diyor. Aslında aynı özelliklerin, farklı kavramlarla ifade edilmesinden başka birşey değildir bu.
Mihri Belli Komintern'nin resmi partilerinden birinin son lider ve temsilcilerinden biriydi. 1930'larda komünizmi benimsediğinde, Komintern'in resmi çizgisi ile kendisinin ailevi arka planı arasında uzlaşma sağlayabilecek teorik malzeme mevcuttu. Mihri Belli, daha sonraları dozajı gittikçe azalan milliyetçi bir söylem kullanıyor, bu söylemin ideolojik gıdasını, diğer dünya komünist partileri gibi Komintern'den alıyordu.
Mihri Belli 1965'deki bir yazısında milli gururun önemini vurgulamak için, 1933'de Alman Reichtag yangını nedeniyle yargılanan ve daha sonra Komintern sekreterliği yapan Dimitrov'un mahkemedeki şu sözlerinden alıntı yapmıştı: "Prusya kralı 'ben Almancayı sadece atlarımla konuşurum' dediği tarihlerde, benim milletimin yazılı milli dili ve bir Bulgar devleti vardı."
Komintern'den esinlenen ve aynı dili konuşmak zorunda kalan Mihri Belli'nin bir özgünlüğü vardı: Devrimin güncelliğinde, bağlı olduğu gelenekten kopuşabilmek. Onun Yunan İç Savaşı'na katıldığını neredeyse herkes bilir, ancak Mihri Belli iç savaşın başlarında Elas'a değil, Stalin Yunanistan'ı Churchill'e teslim ettikten ve Yunanistan Komünist Partisi Elas'ı silah bırakmaya iknasının ertesinde, 1946'nın sonlarına doğru teslimiyete karşı kurulan ve direnen Demokratik Ordu'ya katıldı. Devrimci cüretkarlığı, bağlı olduğu geleneğin hiyerarşisinden üstün gelmişti.
Komintern'nin 1924'den sonraki burjuva demokratik devrim stratejisi aşamalı devrimin gereği olarak burjuvazi ile sınıf işbirliğini öngörür, Mihri Belli ise, hayatı boyunca burjuva devletiyle en ufak bir pazarlık, ya da yakınlaşma denemesine yanaşmamıştır.
Mihri Belli'nin 27 Mayıs sonrası Stalinizmi Türkiye'ye taşıyan insan olduğu doğrudur. Ama kişiliği bu teorinin sınırlarına hapsedilemeyecek bir boyuttaydı.
Filistin'den yüklendiği Kattuşa roketleriyle İncirlik üssünü hedef seçen bir devrimci cüretkar sıfatını haketmiştir.
Mihri Belli, Türkiye solunun büyük bir kısmının ikircikli davrandığı bir dönemde, Kürt kurtuluş hareketini açıkça benimseyerek, desteklemiş bir insandır. Devrimci cüretkarlığı sayesinde, kendi programatik perspektifinin ötesine geçebilme kapasitesi olan bir devrimcidir. Onun için geride kalmak bir zuldür.
Bir keresinde, "benim Troçki'yle bir sorunum yok; o bir devrimcidir. Benim derdim devrime niyeti olmayan Troçkistlerdir" demiştir. Herhalde Komintern geleneğinden gelip de bu sözleri sarf edecek bir başka komüniste rastlamak zordur.
Mihri Belli bir bakıma Tito'ya da benzetilebilir. Komintern, faşizmin 'demokrat burjuvazi'nin de dahil olduğu, geniş bir anti-faşist cephe ile yıkılabileceğini savunuyordu. Dolayısıyla hedef bir proleter devrimi değil, burjuva demokrasisinin yeniden inşasıydı. Yugoslavya'da anti-faşist savaş, Alman işgalcilerinin ve kralcıların sürüldüğü yerlerde, köylülerin toprakları işgali ve işçilerin fabrikaları kollektifleştirmeleriyle, aynı zamanda bir sosyalist devrime dönüşmüştü. Dimitrof Tito'ya yazdığı mektupta 'sol' sapma eleştirisinde bulunarak, günün mücadelesinin sosyalist devrim uğruna değil, Alman faşizminin yenilgiye uğratılması olduğunu dayatmaya uğraşıyordu.
Mihri Belli de başka koşullarda, mensup olduğu geleneğin sınırlarını aşma potansiyeli taşıyordu.
Mihri abi, Lenin'in eserlerini çevirdiği sıralarda, Rusça bir cümleyi tekrarlamayı sever ve anlamını, biraz meraklandırdıktan sonra söylerdi: "Devrimci mücadele Nevsky Prospekt'e benzemez."
Evet, onun hayatı da Nevsky Bulvarı gibi dümdüz bir yol izlemedi; kişisel özellikleri üzerine çok şey söylendi ve yazıldı. Ancak tarihsel olarak Türkiye sosyalist hareketinin kaderi üzerinde oynadığı rol konusunda farklı görüşler var. Bence tarih, Mehmet Ali Aybar ve Mihri Belli'ye Türkiye sosyalist hareketinin kaderi üzerine, az rastlanır büyük bir fırsat vermişti. Her ikisinin de, bu fırsatı değerlendiremediğini düşünüyorum. Bu fırsatın heba edilmesinin, arkadan gelen yarım yüzyıla yakın süreye damgasını vurduğu apaçıktır. Mihri abiyi Şişli camiinden Feriköy mezarlığına uzanan hatta uğurlayan kitlenin paramparça hali, bir bakıma bu gerçeğin bir kanıtıdır. (EO/AS)