Fotoğraf: cagilkasapoglu.wordpress
Ece Temelkuran’ın 2020 Aralık’ta basılan son kitabı "Bu da Geçer" altıncı baskısıyla raflarda. Bu kadar kısa bir süre içinde altıncı baskıya ulaşmasından da anlaşılıyor ki okurları Ece Temelkuran’ı çok özlemiş.
Doğrusu ben de bu son kitabını uzun süredir görmediğim bir dostla zamanın nasıl geçtiğini fark etmeden bir kahve içermiş gibi okudum.
Temelkuran bir röportajında yazarın okuru kafasında canlandırmadan yazdığı fikrine katılmadığını belirtmişti. Bu kitapta bu his çok belirgin. Sanki kendisinin de “canım kalender okur” diye seslendiği okuruyla muhabbet etmeye ihtiyacı var.
"Bu da Geçer", okura mektup kısmı sayılmazsa iki bölümden oluşuyor. İlk kısımda yazarın Kafka Okur ve Ot dergilerinde yayımlanan yazılarına, ikinci kısımda ise İngilizce yayınlanan makalelerinin Türkçe çevirilerine yer veriliyor.
Kitap bitti, Temelkuran yanımdan gitmedi
Ağırlıklı olarak son üç yıla yayılan yazılardan oluşan bu kitabın yakın dönem toplumsal hafızamıza çok yerinde katkılar sunduğunu söyleyebiliriz.
Denemeler, Türkiye’nin bir süredir içinde bulunduğu siyasi ve toplumsal atmosferden dünyada sağ popülist siyasetin yükselişine, gezegenimizin karşı karşıya kaldığı ekolojik krizden bu krize çözüm isteyen çocuk aktivistlere kadar geniş bir yelpazede. Bu denemeleri politik bir bakış açısıyla tartışmaya açmak, yazarın üzerinde durduğu şekliyle ahlaki çöküş, utanç duygusunun yitimi, insanlık onuru gibi kavramlardan hareketle bir inceleme yapmak mümkün, ancak ben Temelkuran’ın kendisine takıldım kaldım. Kitap bitti, o yanımdan gitmedi. Yazar nasıl okurunu hayal edemeden yazamıyor, okur da yazarı hayal etmeden okuyamaz gibi geliyor bana.
Deneme, yazarın belirli konularda düşüncelerine yer verdiği bir yazı türü olarak bilinse de aslında içinde otobiyografik unsurlar da barındırıyor. Bu bakımdan, "Bu da Geçer" Temelkuran hakkında otobiyografik bir kesit gibi okunabilir.
Bundan on yıl önce ülkeden ayrılırken yaşadığı kırgınlığı, kendi ülkesinde yazdıkları için işinden olurken başka ülkelerde takdirle karşılanışına ağız tadıyla sevinemeyişini, bu yabancı övgünün ardında kimi zaman kendisine dolaylı da olsa iliştirilen egzotik, Ortadoğulu, sürgün kadın yazar etiketlerinden duyduğu rahatsızlığı, ülkenin içinde bulunduğu ve kendisinin “gürültü” olarak nitelediği durumdan dolayı yaşadığı üzüntüyü, “Bunları mı hak ediyorduk?” hissini, Türkiye’de ve dünyada yitirmek üzere olduğumuz ar duygusu ile ilgili derin kaygılarını ve her şeye rağmen koruduğu yazma inadını okura çok sıcak, çok açık bir dille anlatmış Temelkuran.
"Bu da Geçer"’i baştan sona saran bir bulut var: kırgınlık, kızgınlık, hüsran, özlem, umut, isyan ve inat yüklü bir bulut. Bu bulutun içinde Temelkuran’ı ülkesinden uzakta, tek yaşayan bir kadın olarak düşünüyorsunuz.
Buram buram Türkçe özlemi
Onu, kendi deyimiyle “‘Hangi ülkedeydi o?’ sorusuyla karşılanan bir şehirde” yaşarken, kalıcı olmakla geçici olmak arasında bir İkea masasından bir ağaç masaya terfi ederken, gözleri olduğuna inandığı masayla uzun uzun bakışırken, evinden ölü kelebekler toplarken hayal etmek insanı üzüyor. Fikirleri dünyanın çeşitli dillerinde dolaşan bir kadının derdinin yurt dışında gittiği bir kuaförde anlaşılmaması tuhaf bir burukluk hissi yaratıyor. Satırların arasından usul usul sızan bu kadını, kelimelerini borçlu olduğunu düşündüğü denizin kıyısına alıp koyuveresiniz geliyor. “Otur burada yaz, sen burada daha rahat edersin. Ah bir de güneşini kesmeler!” demek istiyorsunuz.
Temelkuran’ın denemelerinde çok şey var evet, ama sanki en çok özlem var. Yalnız bu özlem memlekete mi onu kestiremiyorum. Memleket neresi, tanığı bildiği memleketten geriye ne kaldı, kalanlar onu mutlu edecek mi bilmiyorum.
Bana öyle geliyor ki bilerek isteyerek yurt dışında yaşayan, yaşamak zorunda bırakılan veya böyle bir zorunluluk hisseden her yazar için her koşulda değişmez bir memleket var. O da anadil, yazarların fikirlerini kelimelerin cam duvarlarına çarpmadan yazabildiği dil. Temelkuran’da eski Türkiye’ye duyulan bir hasret var mı, tartışılır ama “özgürce” yazabildiği bir Türkçe hasreti olduğu çok net ortada. Kendi ifadesiyle “tuzu ve annesi gibi özlüyor” dilimizde yazmayı. Okura seslenişinde bile buram buram bir Türkçe özlemi yok mu?
Aşk da böyle başlar, isyan da. Hayat böyle başlar aslında. İnceldiği yerden kopar, tak eder cana, battı balık yan gider, “Öleceksek ölelim,” der biri, öteki “Yaşa!” der, “Zaten demirden korkan trene binmez.” “Tabi canım,” diye ekler beriki, “Ateş olsa cürmü kadar yer yakar.” “Yakarsa dünyayı…” diye başlar söze biri, diğeri “Biz yakarız!” diye bitirir ve “Ya herro ya merro!” denip çıkılır kapıdan hayata, bu ömrü adamakıllı yaşamaya.
İyiliğini özlediğimiz biri
Memleketi kurtarmaya soyunduğumuz masaların sohbeti değil mi bu? Kadehlerin tokuştuğu, gülüşlere yer yer gölgelerin düştüğü, sırtların sıvazlandığı, güzel deyimlerin arkasına saklanılan Türkçe bir dost meclisi değil mi bu?
Ege mezeleriyle sofrayı donatıp “Buyrun Ece Hanım. Anlatın, öyle de öleceğiz, böyle de öleceğiz. Kime kalmış bu dünya?” demek geliyor insanın içinden. “Sultan Süleyman’a bile kalmadı!” diye avunmak bir de.
Temelkuran kendisine bir bakıma ev sahipliği yapan Avrupa ülkelerinin bir yazar olarak şahsına gösterdiği saygıyı savaştan kaçan Suriyeli bir kadına göstermemesine kızan, üzülen biri. Çocukluğundan beri sofrada bitirmediği her tabak için Afrika’daki açlık sorununun sorumluluğunu duyan biri.
Kendisiyle hiç alakası olmayan şaşalı mevlit törenleri karşısında hicap duyan biri. İyi biri yani, kelimenin tam anlamıyla iyi biri, iyiliğini özlediğimiz biri. İşte bu yüzden, insan bunca dijitalleşmeye rağmen onu yakınında istiyor. Bu topraklarda, bu ülkenin üniversitelerinde konuşmalar yapsın istiyor, imza günleri olsun yeniden, yazsın ve hep yazsın.
Kendi dilinde yazılan bir gazetenin kendisine ait köşesinde, eskisi gibi biraz muzip gülümseyen bir profil fotoğrafının altında yazsın.
Kendine ait bir evde, “kendine ait bir odada” yazsın. Hüzünlü durduğu bir kitap kapağında, yüzüne umut niyetine serpiştirilen karahindiba tohumlarının arası değil sanki onun yeri. Çünkü bu da geçecek, Ece Hanım, değil mi? (HT/EMK)