Bu bir köşe yazısı değil. Zaten ben de bir köşe yazarı değilim. Tanıdığım birçok dostum gibi son yılların hepimizi mahkum etmeye çalıştığı frustration (sıkışmışlık, çıkışsızlık, çaresizlik, umutsuzluk vb.) ortamında, güncele düşülmüş bir not, kendince verilmiş bir yanıt olarak algılanması beklentisiyle yazıldı.
Bizim kuşağın bildiği bir türküdür:
“Biz hep biriz Turhallıyız / biz bize benzeriz / yüz bin kere tövbe eder / yine şarap içeriz.
İşte aynen böyleyiz. Yüz bin kere; evde hamsi tava yapıp, (üstelik de son hamsiler) yanında emekli maaşının bir günlüğünü götüren 2-3 kadeh Tekirdağ rakısını içeceğim zaman, TV’de haber izlemeyeceğim yeminini bozarsan; ne yediğin hamsinin, ne de içtiğin rakının tadı kalır. Yine öyle oldu. Son kadehi iptal edip eski deyimle aldım kalemi elime. Kusur varsa affola!
Bugüne değin asla birilerini hedef alıp yazı yazmadım. Bu hem benim tarzım değil, hem de bu sitenin formatına uygun değil. Bunun bir kıymet-i harbiyesi de yok zaten.
“Elin ağzı torba değil ki büzesin” bu konuda söylenmiş, benim de beğendiğim bir sözdür. Ama, büyük medyanın ayyuka çıkan yandaşlığı sonucu yaşanan reyting kaybı endişesi ve tedbiren, konjonktürel bağlamda zorunluluk kesbeden tarafsız görünme, ama asla tarafsız olmayan habercilik anlayışı can sıkıcı olmaya başladı. Bu dermansızlığa çözüm olma beklentisiyle haber sunumuna kaydırılan anlı şanlı bir muhterem ve idare-i maslahat dengeciliği* konusunda bize her gün yeni bir örnek sunan Ahmet Hakan konusunda bir şeyler söylemek artık farz oldu…
Zat-ı muhterem son programında, Türkiye’de dilenenlerin yarısının Suriyeli olduğu gerçeğini(!) , gencecik Suriyeli kızların görüntüleri eşliğinde bize sunuyordu. Bir açıdan bakıldığında, savaşın yarattığı doğal sonucu belgelediği; acımasız koşulların insanları düşürdüğü durumu; toplumsal bir gerçekliği gündeme getirdiği için gazetecilik bağlamında kutlanabilir de. Ben gazeteci olmadığım için bu kısmına ilişkin sağlıklı bir yorum yapamam. Bunu konunun uzmanları yorumlayabilir. Ben başka bir yönüyle ilişkiliyim. Eğer haberin sonuna (dengecilik de kabulümüz) bir yorum ekleseydi, yine de bu yazı yazılmayacaktı. Ama muhterem, haberi sadece verdi ve geçti.
Diyebilirsiniz ki daha ne yapsın. Bir gerçekliğe parmak bastı işte. Anlayan anlasın!
Konjonktür buna cevaz veriyordur muhtemelen. İşte sorun da burada.
Belki de bizim kuşağın; durum tespitleri ile yetinmeyip, nedenlerini ve çözümlerini irdeleyen, bunun için bedel ödeyen ideolojik yaklaşımlarını aramak beyhude. Bunu hepimiz biliyoruz.
Bu değil maksadım. Ama insana sormazlar mı; "Yahu birader, savaş öncesinde muhtemelen o günlerde çoğunluğumuz olan orta sınıf Türkler gibi yaşayan (şimdilerde artık bu sınıf ülkenin çoğunluğu değil) bu insanları, bu ülkede, bu durumlarda yaşamaya mecbur bırakan politikalar üzerine birkaç söz söylemek dengeleri mi bozar! Yıllardır, soğuk kış günlerinde sokaklarda, annelerinin kucağında, aç ve çıplak ayakları, akan burunları ile bu çocuklar ve artık alışılan bir figüre dönüştürülen bu çaresizlik, istatistiki bir veri dışında bir anlam taşımıyor mu?..
Hadi bir yana bırakalım, Ortadoğu halklarının neredeyse kaderi olmuş bu alçak savaşların yoksul insanları düşürdüğü bu durumu. Bu savaş politikalarını; günlük çıkarları için tetikleyen, besleyen egemenleri; iktidarlarını sürdürebilmek için savaşlardan, çatışmalardan medet uman anlayışları. Yok sayalım, ülkemiz için geçici bir durumdur diye büyütmeyelim, görmezlikten gelelim!
Peki ya Suriyeli olmayan diğer yarısı! Bu savaş mağdurlarından geriye kalan yüzde elliyi ne yapacağız?
Bu kısmına ilişkin de söylenecek bir sözünüz yok mu? Daha dün gece pencereden bakarken, takım elbise giymiş, bir elinde bond çantası, diğer elinde büyük bir poşetle, etrafı kollayarak çöp konteynırını yoklayan, emekli memur kılıklı birini gözlerimle görmeseydim de bu yazı yazılmayabilirdi. Üstelik Ankara’nın Çankaya’sında. Haber üstüne geldi, yazmak farz oldu.
Orta sınıfı yok edip, ülkenin çoğunluğunu açlık ve yoksulluk sınırında yaşamaya mahkum eden politikalar sorgulanmayacak mı? Diyebilirsiniz ki biz sadece gündeme getiririz. Birileri de yazsın. İyi de, halkımız sizleri dinliyor. Sağlıklı haber alma kanallarını, yoksullardan yana vicdanlı yorumcuları, muhalif sesleri yok edeli muktedirler, ortam size kaldı. Siz de hakkını veriyorsunuz!
Belki artık sizin için pazarlardan arda kalanları toplayan yoksullar haber değeri taşımıyor. Ama sizlerin istatistik kokan haber anlayışlarınızın da yoksulluğu birebir yaşayan insanlar nezdinde bir kıymet-i harbiyesi kalmadı. Siz de bunun farkına varın. Ya gündeme getirdiğinizde hakkını verin, ya da yoksulları teşhir etmeyi, onlar üzerinden reyting yapmayı bırakın. Başka bir ülkenin acımasız koşullarında insanlık değerlerine olan inançlarını yitirmek üzere olan gencecik insanların onurunu daha fazla zedelemeyin!
Siz söylemeseniz de Nazım Usta yıllar önce söylemiş:
Büyük insanlık gemide güverte yolcusu
tirende üçüncü mevki
şosede yayan
büyük insanlık.Büyük insanlık sekizinde işe gider
yirmisinde evlenir
kırkında ölür
büyük insanlık.Ekmek büyük insanlıktan başka herkese yeter
pirinç de öyle
şeker de öyle
kumaş da öyle
kitap da öyle
büyük insanlıktan başka herkese yeter.Büyük insanlığın toprağında gölge yok
sokağında fener
penceresinde cam
ama umudu var büyük insanlığın
umutsuz yaşanmıyor.
* (Sarp Erk Ulaş'ın Felsefe Sözlüğüne baktım bu arada, ola ki dengeciliğin bir karşılığı varsa atlamayayım diye, yoktu. Güncellenmesi gerekir. Son çare Ekşi Sözlüğe baktım: "Halbuki hayat dengesini kendisi kurar, kişilerinkini kabul etmez, başına yıkar" gibi tek bir cümleye rastladım. Bunu beğendim.) (Şİ/HK)
* Fotoğraf: Anadolu Ajansı - AA