Görsel: csgorselarsiv/Dilara Açıkgöz
“Bir zamanlar demokrasi ile yönetilen bir ülke varmış. Hükümet Başkanı ve meclis uyum içinde çalışıyormuş. Ama bir gece başkan korkunç bir rüya görerek uyanmış. Adem’in kemiğinden yaratılan Havva, lanetlenen Lilith ve tanıdığı bildiği tüm kadınlar odanın içinde dans edip eğleniyormuş. Başlarında rengarenk çiçeklerden yapılmış taç varmış. Baharın gelişini kutluyorlarmış, Yeniden doğumu, barışı, kardeşliği. Alışık olmadığı sevinç ve neşe, yaratmak istediği ülkeyi yerinden edecek, iktidarı sarsılacak zannetmiş. Öyle kızmış, öyle sinirlenmiş ki masanın üzerinde duran kağıt demetini alıp imzalamaya başlamış. (…)”
Masallar belleğimizin derinliklerde saklanan korkuların, isteklerin, arzuların, umut ve daha iyi insan olma özlemlerinin gerçeğe dönüşmesidir. Kimi kez kahraman devlerle savaşır, kimi kez iyi kalpli prenses kötü kalpli kraliçenin gazabına uğrar, kimi kez de kırmızı şapkalı kız ormanda yolunu kaybedip kurdun saldırısına uğrar. Değişip dönüşüp günümüz fantastik filmlerinde, romanlarında devam eder. Gülümsetir. Düşündürür. İyi bildiğimiz bir dünyayı, bir yaşamı anımsatır.
Masallar hangi dilde hangi coğrafyada anlatılırsa anlatılsın ortak bir tarihin simgelerini günümüze taşırken deşifre etmemizi ister. Bazı masallar yöresel olsa da bazı masallar dünyanın her yerine yayılır, okundukça çoğalır. Gerçek olaylar mitle karışıp, gerçek üstü varlıklara dönüşerek sanatla kendini var eder. Doğada karşılaşılan nesneler canlanarak insanlaşır ve biz bu gerçek üstü yaratıkları doğal olarak kabul eder, masallarda anlatılanlara inanır ve masal dünyasıyla gerçek arasında paralellikler kurarız. Simgelerin gizlerini çözeriz. Çözdükçe insanlığa ait belleğimiz zenginleşir. Binlerce yıl önce atalarımızı korkutan doğa olaylarından esinlenen ateş tanrıçası, fırtına tanrısı, yeraltı tanrı ve tanrıçaları, sellerle cebelleşen bölgelerde nehir tanrısının yaratılmasını doğal kabul ederiz.
Bilge kadından erkek tanrıya
Ve görürüz ki masallarda her zaman akıl danışılan, yol gösteren bir bilge kadın vardır. Bilge kadın simgesi, bir zamanlar kadınların kutsal kabul edildikleri kadın tanrıçalar zamanına götürür bizi. Mısır, Sümer, Babil tabletlerinde anlatılan masalların, insanların gerçek yaşamının dönüştürülmüş hali olduğunu öğreniriz. Ve erkekleşen dünyada Gılgamış, Mahabharata, İlyada ve Odessa destanlarıyla masallar dönemi biter. Erkek akıl dünyayı feth eder, kadın varoluşunu değiştirir. Doğanın ve hayvanların yok edildiği, savaşların ve erkek kahramanların öne çıktığı dönem başlar. Bu dönem aynı zamanda kadınların zorla kamusal alandan uzaklaştırıldığı dönemdir.
Vedik metinlerin, Sümer ve Babil efsanelerinin tanrıyı yer yüzünden gökyüzüne yükseltmesi ile birlikte kutsal metinler devreye girer. Gelişen ekonomik, sosyal ve kültürel yaşamda insanların yeni yaşam biçimine uymalarını sağlamak için kutsallığa ihtiyaç vardır. Kutsal metinler insanların yerleşik dönemin sorunlarını çözmek için eski inançların değiştirip döneme uygulanmasıdır.
Bu kutsallığı kabul ettirmek kadın tanrıçaların zamanının simgelerini ve inanışını silmek demektir.
İnsanı insan yapan doğa birlikteliğini, neşeyi, sevinci, cinselliği yasaklamak demektir.
Bu, kadını yaşamdan koparıp, erkek aklın uygun gördüğü bir alana kapatmak demektir.
Kadının görev ve sorumluluklarını yeniden belirlemek demektir.
Ve bu kutsallık adım adım inşa edilir. Sosyal ve ekonomik yaşam değiştikçe kurallar da değişir. Yeryüzünde insan ve hayvan suretinde yaşayan tanrılar gökyüzüne, ulaşılamayacak bir yere yükselir. Çünkü insanların iktidarların dayatmalarına, kötülüklerine direnmek için inanca ihtiyacı vardır. Yoksul kesimlerin tanrıya ve kadere ihtiyacı vardır. Daha iyi yaşayacakları öte dünyaya inanmaya ihtiyacı vardır. Kutsal metinler insana bir yandan iyiliği, iyi ahlaklı olmayı öğretirken diğer yandan cehennemle korkutup işkence örnekleriyle tanrı ile kul arasında bir sözleşme sunar.
Günümüzde de bu değişmez. İktidarlar bir yandan geniş halk kesimlerine yaklaşık bin beş yüz, iki bin yıl önce yazılan metinlerde anlatılan yaşamı tavsiye eder, yazılı kurallara uyulmasını ister. Çelişki buradan doğar. Bilimsel ve teknolojik gelişmeler kutsal metin öğretileriyle uyuşmaz. İktidarı ve gücü elinde tutabilmek için son teknolojiyi kabul eder.
Tanrıya ait yaratma gücünü ele geçiren bilimsel çalışmalarla başa çıkamaz. Çocuğu olmayan erkek ve kadınlara suni döllenmeyle çocuk sahibi olmalarını sağlamak, kalbi duran bir kişiyi pille yaşatmak nedir?
İktidarlar bilimsel gelişmeleri bir kesimin menfaati için kullanıma açarken, ihtiyaç fazlası nüfusun, eğitimsiz kalmasını, kutsal metinlerle avunmasına göz yumar. Oysa dünyanın her yerinde psikolojik nedenlerle fanatik dindarların dışında artık vahilerin (habercilerin) mucizelerine inanış azalmaktadır. Genç, bilimsel değerlerle yetişen gençler ne Meryem’in bakire olduğuna ne Musa’nın denizleri yarıp yol açtığına inanır. Ne kadınların erkeğin bedeninden yaratıldığına ne de tanrının yarattığı insana hem kader verip hem de cehennemde cezalandıracağına.
İktidarı ve gücü elinde tutanlar bu gerçeği bilir.
Ancak iyilik ve kötülüğün, güzel ve çirkinliğin, baskıların, ekonomik yükün faturasını yükleyecek günah keçisine ihtiyaç vardır. Günah keçisi “kadındır”. Kutsal metinler, toplumda tüm kötülüklerin nedenini kadın olarak gösterir. Kadının gülmesi, sesinin yüksek çıkması, giysilerinin modeli, oturup kalkması, saçını açıp havalandırması tüm günahların nedenidir. Ama bu görüş de ne yazık ki, artık kitleleri kandırmaya yetmiyor.
Bu nedenle değişik dünya masallarını, Sasani devleti zamanında yaşananları anlatan “Birbir gece masallarını” dinlerken tatlı bir gülümseme yayılır yüzümüze.
Şehriyar’la Şehrazat
“Eski çağlarda, ömrün ve anın akışı içinde, Sasani devletinde, Hint ve Çin adalarının, orduların ve kavimlerin efendisi olan bir hükümdar, bu hükümdarın iki oğlu varmış: biri büyük biri küçük. İkisi de yiğit savaşçılarmış; fakat büyük, küçükten daha yiğitmiş. Bu oğul ülkelere hükmeder ve adalet sağlayarak insanları yönetirmiş. Bundan dolayı ülkelerin halkları onu çok severlermiş. Şehriyar ve Şahzaman, Semerkant-ül Acem’de yaşıyorlarmış.”
Sizi bilmem ama ben Şehriyar’la Şehrazat’ın masalını yoksul evimizde battaniyeye sarılı dinlerken dedemin davudi sesi bir yükselir bir alçalırdı. “Ve Şehrazat, gün ağarırken öldürüleceğini bile bile ilk gece, bir masal anlatmaya başlamış…”
Masal uzadıkça biz çocuklar oturduğumuz yerde birbirimize sokulup gözlerimizi açıp kapar, kıpırdaşır, uyku perisine esir olmak istemezdik. Masalın sonunu dinleyemesek de bilirdik Şehrazat anlattığı masallarla şehzadeyi korkusundan kurtaracak, gencecik kadınların öldürülmeleri son bulacak, adalet ve eşitlik sağlanacak. Çünkü bütün masallar kötülerin yenilmesi, haksızların cezalandırılması, iyiliğin kötülüğü yenmesiyle biter.
Baştaki masalımıza dönersek
“Sabah olmuş başkanın odası yardımcılarıyla dolmuş. İmzalanıp üst üste yığılan kağıtlara bakmışlar. Kimisi Şehriyar’ın vezirleri gibi ellerini ovuşturmuş, kimisi sakalını sıvazlamış, kimisi de kararnamenin imzalanmasının iyi bir karar olmadığını düşünmüş. Korkmuşlar. Çekinmişler. Sessizliğe gömülürken dedelerinden, nenelerinden dinledikleri masalları unutmuşlar.”
Kötülüklerin, adaletsizliklerin, ölümlerin ve kıyımların her masalda yok olduğunu, iyilerin galip geldiğini, bütün tanrı ve kralların kötülüklerden kurtulmak için bilge kadınlara danıştıklarını unutmuşlar.
İstanbul Sözleşmesi bir gecede ortadan kaldırıldı, ama masal devam ediyor. (SKD/AS)