Bu bir tiyatro yazısı değildir

Belçikalı sürrealist ressam René Magritte’nin bir tablosu vardır, tuvalde bir pipo altında bir yazı; bu bir pipo değildir. Magritte’in sürrealizmini aşan bir hafta geçirdik, bu hafta oyun izleyecek göz, yorumlayacak kalem bende yok, onu anladım. ‘Sen bir tiyatro yazarısın ve ne olursa olsun yazacaksın’ tutuculuğuna da hak veriyor ama inanmıyorum. Ya ben bu işi beceremiyorum ya da izlediğim ‘oyun’u yazmasını iyi biliyorum, o yüzden şu an bu yazıyı yazıyorum. Ama tekrar edeyim, bu bir tiyatro yazısı değildir.
Tek bildiğim faşizmin güncesini tutmanın kalemime iyi geleceğiydi. En baba distopyada -ki distopyalar hep babanın kurgusudur- bile göremeyeceğimiz türden gerçek üstü bir haftaydı. Başka bir oyun izleyip yazmayı ne kalemimin içi aldı ne de ben gerek duydum; hukukun üstünlüğünü savunmak için sokaklardaydık.
Hoş, ikili devlet nedir, leviathan nedir, homo sacer nedir, istisna hali nedir biliyorduk ama yine de oradaydık işte. İzlediğim, sonra da yazdığım distopyaların içinde soluklanırken, sokakta gerçeğiyle karşı karşıya kalınca soluk aldığımı gördüm. Oksijen beni hep çarpar, yazamaz hale geldim. J.Ranciere gerçek tanık hiçbir zaman tanıklık yapamayacak olandır diyor. Ben de yapamayacağım. Normalde oyun izlerken not tutarım.
Şimdi notlarım da yok, hem neyin kaydını düşecektim ki buraya, birlikte direnmeyi beceremediğimi mi? Çok istememe rağmen kolektifin içinde kaybolamadığımı mı? Ama talebim tekti, Ekrem İmamoğlu’na karşı uygulanan hukuksuzluk şiddetinin karşısında olduğumdu.
Gerçek üstü olan hukuksuzluğun bir şiddet pratiği olarak karşımıza dikilmesi değildi, o daha çok hatırlamak istemediğimiz gerçeğimiz. Gerçek üstü olan benim için, benim hissettiklerim; birlikte direnemeyişim, sloganların boğazıma dizilişi ve beceriksizliğimdi.
Aslı Erdoğan bir söyleşisinde diyor ki," insanın zayıflıklarından söz etmesi zordur, benim gücüm de bu". Sloganların boğazıma dizilişinden bahsettim, çünkü başı ve sonu arasında kocaman politik bagajları olan sloganlar, küfürler ve hakaretlerdi bunlar.
Örneğin, hem bir komutanın askeri olmak hem de faşizme karşı omuz omuza yürümek istedik. Bazen kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz dedik; bazen de kurtaramadıklarımızı, rehin alınmışları yuhaladık. ‘Zıpla zıpla zıplamayan Tayyip’tir’ meydanın favori sloganı oldu, en çok da durup soluklanınca Tayyipleştiğimizi fark ettik. Çünkü barışı bir tek kendimiz için istedik. Yetmedi, siyasi geleneği bedel ödemek olmuş insanlardan mücadele beklentisine girdik, bir daha yuhaladık. Hukuksuzluk kim için yapılınca yeğdir onu bi’ güzel tartıştık. Siyasal islamcı olmayalım dedikçe en âlâsından şovenist olup çıktık.
Biz. Biz kimiz bilmiyorum, iyi bir şeyler yapmak için oradaydık ama kafamız karışıktı. Direnen kalabalığı dağıtan, sembolik bir sandığı işaret eden genel başkana olan öfkemiz birbirine benziyordu yalan olmasın. Seçim kaybettiren teşkilatsızlık kazanılmış hakkı tabii kaybettirir diye söylendik. Kendimi daha rahat hissedeceğim insanların yanına attım, sesim güçlü çıkmaya başladı.
Dilek İmamoğlu ve ailesine ‘asla yalnız yürümeyeceksin’ diye bağırırken özgürleştim. Üniversiteliler, her yaştan kadınlar ve örgütlü işçilerin mücadelesine tutundum.
Tıpkı küpün altı yüzünün olduğunu bilip altısını da aynı anda görememek gibi, bu zamana kadar ne anlama geldiğini meğer anlamadığım “yol-daş” kelimesini meydan içinde kullandım, kullanınca öğrendim. Bir yankı odası yaratmadım kendime, bir kulağım da geldiğim yöndeydi. Katılmadım ama ağızlarından çıkan her sözü dinledim. Ekrem İmamoğlu’nun serbest bırakılması tek ortaklığımız, tek benzer talebimizdi.
Faşizmden kendini çekip çıkarmayı başarmış çok seslilik ve kalabalık kamusalın her alanında özlediğimiz bir idealdi. Saraçhane’ye gelen gelmeyen, mücadeleyi farklı alanlarda büyüten herkes iyi ki var. Saraçhane’den ayrılıp eve dönerken metroda dönüp dolaşıp okuduğum bir makaleyi açtım; ‘faşizm geliyorsa nasıl yaşamalı?’.
Yale Üniversitesi Tarih Profesörü, holokost araştırmaları yürüten Timotyh Snyder, zorba rejimler altında yaşayanlar için yazdığı makalesinde yirmi öğüt veriyor.
İkisini buraya taşımak istiyorum. Biri direkt Walter Benjamin’den alıntı; “Faşizm koşullarında en büyük devrimcilik, işini iyi yapmaktır.” Her ne yapıyor olursak olalım -ki ben mesela bu hafta oyun yazmıyorum benim devrimcilik iptal- işini iyi yapmak zorba rejimlere karşı en etkili duruşlardan biridir.
Diğeri ise dile özen göstermek. “Tepki dilini o anda kuramıyorsan tepki verme, daha sonra konuş.” diyor Snyder. Küfretme!; küfrün kadın nefreti, cinsiyet temelli nefret söylemi, erkek iktidarını güçlendiren bir dil olduğunu aklında tut. Benim hep aklımda, bir an bile unutmuyorum. Muktedire karşı direnirken muktedire dönüşmemek sanırım direnmekten dahi zor. Kolektif bir kurtuluş diliyorum hepimiz için!
Son olarak,
“Ah güzel ahmet abim benim.
İnsan yaşadığı yere benzer.” Edip Cansever.
Bu ülkeye benzediğim için teşekkür ederim, bu ülkeye benzediğim için teessüf ederim.
(TY/EMK)
Durur muyum, durmadım; Dirmit Kız’la 8. yaşını kutladık

Bambaşka bir ‘der Rosenkavalier’: Çarpışma

Berbat mı bilmem ama kuir bir anne: BBA Merve Özcan!

Kibriti elinde tutan, karanlığın devrimcisidir; AF!FE.

Klasik kardeşlik mitosuna yeni bir bakış: Cırcır Böcekleri, İtler ve Biz
