20. yüzyılın en önemli kadın yazarlarından Virginia Woolf bir yazısında “Kadın olarak bir ülkem yok” der.
1941’de intihar edene dek delilik tek sığınağı, yazı ise tek vatanıdır. Tüm kadınlara: “para kazanın, kendinize ait ayrı bir oda ve zaman yaratın ve yazın erkekler ne düşünür demeden yazın!” der bir kadın yazarlar manifestosu kabul edilen ve yazın kardeşlerine selam gönderdiği “Kendine Ait Bir Oda”da.
Kitabın girişinde bunun nedenine dair bir açıklama yaparak; edebiyatında deliliği mesken tutmuş diğer kadın yazarlardan, "lanetli Brontё kızkardeşler" olarak bilinen Charlotte ve Emily Brontё’den bahseder. Gizemli yaşamları ve eserlerindeki delilik temasıyla tanınan Brontё’ler de Woolf gibi yersiz yurtsuz kadın yazarlardandır. Özellikle 30’una varmadan veremden ölen Emily, yazdığı tek eser olan “Uğultulu Tepeler” ile edebiyat dünyasının klasikleri arasında yer alır.
Jean Rhys
Virginia Woolf’un kadın yazarlara yaptığı “kendine ait bir oda, para ve zaman yaratma” uyarısı bir başka kadın yazarı akla getirir. Deliliği ve edebiyatı, yoksulluk ve ayrımcılığa rağmen kutsayan ve Virginia Woolf’un yaşayıp yetişebilse kardeşliğine dahil edebileceğine inandığım, ancak o dönemde bir başka ünlü İngiliz yazar D.H. Lawrence’la tanışmasına ve yazdığı bir çok romana rağmen Woolf’un dikkatini çekmemiş kadın; kendisi gibi bir modernist kabul edilen Jean Rhys’dır.
Rhys’ın deliliği kutsayan kadın yazarlar kervanına katılmasının nedeni elbette romanının, C. Brontё’nin ünlü 19. yüzyıl klasiği “Jane Eyre”ın yeniden yazılmış versiyonu olarak adlandırılması ve “Jane Eyre”ın "çatısındaki delinin hikâyesine" başka bir ses vermesidir.Ancak bugüne kadar gözden kaçan en çarpıcı nokta, Rhys’ın ve romanının C.Brontё ile olan bağından ziyade Charlotte’un kızkardeşi Emily ve onun benzersiz eseri “Uğultulu Tepeler” ile olan sıra dışı bağlantısıdır. Rhys, her ne kadar Emily Brontё’den sayıca fazla roman yazsa da Emily gibi en büyük başarısını tek eseri “Geniş Geniş Bir Deniz”e borçludur ve iki kadının yazı dili, tematik olarak deliliği seçmeleri ve yaşamlarındaki seçimleri, onların hikâyelerini marjinalleştirir.
Emily Brontё
1818’de İrlandalı bir papazın kızı olarak Yorkshire’da doğan Emily Brontё, tek romanı “Uğultulu Tepeler”i toplumsal baskıdan dolayı Ellis Bell adıyla yazar. İntikam, sınıf, önyargı, tutku ve İrlandalıların çektiği acılara dair tek bir imlik iması, onu tek bir romanınla ölümsüz kılar. Kendi sıradışı ve sırlı yaşamı, romanına yazdığı deliliği; hayatıyla da paylaştığını ve bundan mutlu olmasa bile kendini kurtarmak için çırpınmadığını gösterir.
Romanın ünlü karekterleri Rochester’ı anımsatan şeytani Heathcliff ve "nevrotik" Catherine Earnshaw, Emily’nin şiirsel diliyle ölümü aşan bir aşk yaşar. Pek çok açıdan J.Rhys’ın yeniden yazdığı, C.Brontё’nin “Jane Eyre” romanına; Bertha karakteri dışında hiçbir sempati duymadığı açıktır. Rhys’ın, Emily’e ve onun da Catherine’in ölüme varan tutkusu ve ölümden sonraki zombiliğiyle; Heathcliff’ ve İrlanda olayına, yoksulluğa ya da ezilmişliğe verdiği cevaplar Antoinette’in yazgısında saklıdır.
Catherine’in İngiliz burjuva sınıfından bir kadın olarak, kardeş gibi büyüdüğü ama yetişkinken duyduğu yoğun tutkuyu cinselliğe dökmemek için Linton’la yaptığı evliliği bile onu Heathcliff’in lanetinden kurtaramaz.
İki roman arasında sayısız paralellik bumak ve tersten bir okuma yaparak, J.Rhys’ın Emily’in duyarlılığını fark ettiğini anlamak güç değildir. “Geniş Geniş Bir Deniz”in yerli Cristophine’i gibi, Nelly adında bir dadısı olan Catherine’de roman boyunca Nelly tarafından zapt edilerek Heathcliff’le olan ilişkisi engellenir. Kardeşi Charlotte’un aksine Emily romanında, yerel milliyetçilik eleştirisi yapmak yerine; "lanetli İrlandalı"ya tüm mülkleri verir ve Catherine’i delilikle kutsayarak bağışlar. Emily’e anne rolünü, hem yaşamdaki annesizliği hem de romandaki annesizlik verirken; “Geniş Geniş Bir Deniz”deki annesizliği, dilsizliği, şiddeti, tutkuyu ve anımsatır.
İki yazarın birbirleriyle olan tuhaf bağı Charlotte’un ve “Jane Eyre”ın görünürdeki somut ve gerçek bağından daha güçlü ve mistik bir bağ yaratır iki yazar arasında. Tabii en kuvvetli bağ şüphesiz iki yazarın yazma tutkusu ve bu uğurda yoksulluğu aşarak deliliği anlatmalarıdır.
Her sınıftan, ırktan, dilden, dinden ve milliyetten kadının başına gelen erkek egemen iktidarın sömürgeleştirme oyunlarına maruz kalmaya karşı delilerek ve oradan da yazıya ulaşarak başarı kazanmak ancak Emily ve Rhys gibi birkaç deha kadın yazara nasip olur.
“Beyaz karafatma ve asimilasyon”
Jean Rhys, 1890’da Batı Hind Adaları’ndan Dominik’te doğan ve 16 yaşına kadar orada yaşayan Avrupalılardan biri; bir Kreol’dür.
“Geniş Geniş Bir Deniz” yayımlandığında büyük fırtınalar koparır. Romanlarında genellikle ekonomik, ırkçı, sınıfsal, kolonyal, cinsiyetçi baskıları sorgulayan Rhys bu romanıyla İngiliz edebiyatının romantik klişelerine karşı yeni bir dil kurarak; emperyalist burjuva ahlakına ait olduğunu düşündüğü kolonyal dili reddeder. Muazzam bir şiirsellik, ironi ve doğaya dönük bir mistisizmle; “Jane Eyre”ın yarattığı "çatıdaki korkunç deli Kreol Bertha Mason‘a karşı "evcil melek yoksul ve yetim İngiliz mürebbiye Jane’in zaferi” klişesini yerle bir eder.
Rhys, kanonik edebiyatın merkezine “öteki”ni koyarak post kolonyal edebiyata feminist bir bakış açısı katar. Yoksunluk –annesizlik ve kimsesizlik- ve abjection (dışlama/ dışarı atma) kavramlarını; melankoli, yas ve delilik kavramlarıyla iç içe geçirerek sömürgelerde yaşanan patriyarkal ve hegemonik iktidar baskısının nasıl sistemetikleştiğini çarpıcı sahnelerle anlatır.
Ümlü Hintli yazar Gayatri Spivak, “Geniş Geniş Bir Deniz” üstüne bir incelemesinde Antoinette’in emperyalizm politikaları sonucunda Rochester tarafından vahşice Bertha olarak yeniden adlandırıldığını belirtir. Beyaz kreol Antoinette’in Jamaika’nın özgürleştirilmesi sırasında orada büyümesi ve yerli siyahlar tarafından “beyaz karafatma” olarak aşağılanması hem emperyalizm hem de yerlilerce tutsak edildiğini gösterir.
Romanda Antoinette’in dadısı olan Cristophine; onu çocukken yerli "obeah/voodoo" ritüelie göre kutsasa da, onu kendi dilinin kodlarına dönüştüremeyen Antoinette delirir.. Genç Rochester kendi oedipal döngüsünü kıramaz ve babasının adını devam ettirmek için tuhaf, deli ve güzel bulduğu Antoinette’i kurban ederek Lacancı anlamıyla sembolik düzene geçer.
Kolonize etmeyi öğrenir ve “deli de olsa o benim diyerek” kadına, toprağa, mülke, "Antoinette"e el koyar. Ancak delirdiğinde İngiltere’ye varan Antoinette ise, adadaki köleler özgürleşmeden önce çekirge sesleri, “beyaz karafatma” hakaretleri ve delirerek ölen annesinin hayaletiyle bir yaşayan ölü gibi sürekli "buradan gidelim" cümlesini sayıklar.
Nira Yuval-Davis “Cinsiyet ve Millet” adlı kitabında Floya Anthias’ı referans göstererek, İngilizce konuşulmayan ülkelerdeki feminist politikalara işaret eder. Toplumun politik söylemini, biyolojinin bir kader gibi kurguladığı; sömürgeci söylemin toplumsal cinsiyet ve feminist politikları “politik doğrulama” için kullandığı deniz aşırı ülkelerde biyolojik cinsiyet, kalıtsal delilikle birleşir ve İngiliz emperyalizminin bir simgesi olan Antoinette-Bertha kurban edilir.
Etnik kimlik, annenin kaderiyle birleşerek siyahların asimile ettiği "beyaz Kreol"ü delirtilir. Romanında sonunda ise, Antoinette kapının kilidini “kendi karanlık geçmişini aydınlatacak parlak ateşle” açar ve deliren Kreol Bertha’yla birlikte kendini de yazıyla kutsar. Sanatçının deliliğe giden kabusları ve hareketsizliği, kilidin dönmesiyle yazıya ve sanata açılırken; çatıdaki "deli" Kreol kendi yüzyıllık yalnızlığının intikamını, "deliliğini ve yazıyı kutsayarak" alır.(YK/EÜ)