eski çarşıdaki eski saatçinin daracık vitrininin iki yan tarafında birbirine bakan iki saat duruyordu. sol tarafta olan çok uzun zamandan beri oradaydı. çok eski bir saatti. dükkanın sahibi olan usta bu saatin "el yapımı" olduğunu söylerdi.
göze ilk anda çarpmazdı. ancak bakınca fark edilirdi. ama fark eden bakmaya doyamazdı. gövdesinin üzerindeki işlemeler onun sadece bir saat değil, bir sanat eseri olduğunu apaçık belli ediyordu. özellikle kente gelen yabancılar, eğer yolları oradan geçiyorsa sessizce içeri girip ederini sorarlardı. yerli olup da saatin hikâyesini bilmeyen neredeyse yoktu.
saat ustası dükkândan girip saati sorana şöyle bir bakar sonra da "satılık değil" derdi.
kimisi üstelerdi.
o zaman usta soranı çalıştığı tezgahın yanında duran alçak tabureye oturtur, az ilerdeki çay ocağından bir çay söyler sonra saati anlatırdı.
neredeyse harfi harfine aynıydı söyledikleri.
en çok saatin makinasının nasıl çalıştığını anlatmayı severdi:
"beyim" derdi; "bunca yıllık saatçiyim bunun zembereği gibi zemberek görmedim. sanki ustası yayı da kendisi kesmiş..."
sonra ellerini de kullanarak bir ders verir gibi sürdürürdü:
"mekanik saatlerde zemberek ona bağlı büyük dişli çarkı çevirir. o çark ona değen pinyon dişliye hareketi aktarır. pinyon dişlinin ortasındaki çubuğu uzundur. biz ona 'şaf' deriz. şaft ikinci ve daha küçük bir dişli çarka da bağlıdır. bu ikinci çark da yine bir başka pinyon dişliyi çevirir. bu şekilde seri halde dişli çark-pinyon düzeni 'eşapman çatalına' kadar ulaşır. eşapman çatalı dişlilerin dâimâ ileri dönüşünü eğer saat sarkaçlıysa ona, değilse balans ağırlığına iletir ve darbeler hâlinde hareket vererek eşit aralıklarla salınır. saatin sayma düzeni, eşapman çatalıyla ve buna bağlı sarkaçtan oluşur. aslında en önemli parça budur. dişlilerin dönüş hızı eşapman çatalının her hareketinde uzaklaştığı mesafeye göre belirlenir. çatalın iki tarafında değip de ittirdiği aşırtmalar saatin doğru çalışmasını sağlar. zamana göre dönüşü ve aşırtma sayısı belirlenmiştir. eşapman çatalının salınım süresini ise sarkaç boyu veya balans ağırlık yayının boyu etkiler. sürtünme kayıplarını azaltmak için, çark şaftlarının iki ucunda elmas taştan yapılmış yataklar vardır..."
bu saatin o eşapman çatalı ve kenarındaki aşırtmaları çok farklı. nasıl bir ustalıktır bilmiyorum ama ustası yapmış işte.
başka bir saatte bir kez ben de denedim. bulamadığım bir çatalın benzerini yapmaya kalkıştım. belki on kez denedim, olmadı. sonra vazgeçtim.
söküp takamadığım, parçası olursa tamir edemediğim saat yoktur. hatta çarkları birbirine de uydurmayı başarırım, birkaç kez de dişlisi kırılan çarkların yerine yeni çarklar yaptım. oldu. ama bu eşapman çatalını yapma işini kıvıramadım."
saatle ilgili anlattıklarını bu saatin bu parçasının bulunamadığını belirterek bitirirdi.
alıcı dükkândan çıkarken bu önemli parçanın bulunamadığı için saatin çalışmadığını öğrenmiş olurdu.
usta asla "bozuk" demezdi onun için. bir gün eksik parçası tamamlanınca "saat" gibi çalışacaktı ona göre.
alıcılar sıklıkla o günü bekleyeceklerini söylerler, telefon numaralarını bırakırlardı, çaylarını içip gitmek üzere kalktıklarında.
ustasının anlattığı her şeyin doğru olmadığını bilirdi.
çünkü ustanın anlattığı nihayetinde onun yaşam hikayesiydi.
insanlarınkine benzemezdi onun yaşam hikayesi.
hiç çocukluğu olmamıştı örneğin. o kendisini var eden ustasının maharetiyle "tam" bir saat olarak çalışmaya başlamıştı.
çok iyi anımsıyordu o anı: "ilk tıklama"yla birlikte varolmuştu saatler dünyasındaki yaşamı.
onun öncesinde, onu oluşturan parçaların her birinin kendi hikâyelerini de defalarca dinlediği için onları da biliyordu. hatta o malzemelerden kendisinin oluşum halini de o parçalarının anlattıklarından çok iyi öğrenmişti. ama onun da bir "saat" olarak varolma anı o "ilk tık"ın çıktığı andı.
ustasının yüzündeki o gülümseme aklına geldiğinde o da gülümserdi.
tıpkı annesinin karnından çıkan çocuğun ilk çığlığı gibiydi o ilk "tık".
kaç yıl olmuştu?
olayları anımsıyordu ama onun bir yıl kavramı yoktu ki.
yılı sonradan saatin çalıştığı sırada öğrenmişti.
zamanın devinimi ve tekrarlanan olaylar sonucu oluşmuştu "yıl" kavramı onun için de.
hesaplamaya çalıştı.
onu ustasına ısmarlayan o yaşlı adamın, maliyeden emekli cevdet beyin ölümünden 17 yıl önceydi doğduğu tarih.
ölünce oğlu kendi evine götürmüştü, uzak bir şehre. oraya gittiği yıl onun kızı doğmuştu. o da şimdi 76 yaşındaydı. aklından hızla hesapladı: 93 yıl olmuştu demek.
yan taraftaki tarihli dijital saatin tarihine bir göz attı belleğini doğrulamak için; doğruydu: 1904 yılıydı o zaman doğum tarihi.
sonra aklına geldi, arka tarafına çakılı plakada yer alan ustasının damgasının altına yazdığı tarihi.
"saatler de unuturmuş demek ki" dedi içinden.
saatin yapılma yani doğum tarihi 4 eylül 1904'tü.
"yedi yılım kalmış" dedi, "bir asırlık olmama".
çalışması için gerekli olan parça olmadığı için acaba "ölmüş" sayılır mıyım diye geçirdi içinden. saatler ölmezdi ki.
hele hele eski saatler hiç ölmezdi. çalışmadıkları zaman bile bir antika olarak değerleri bilinir, üzerinden çok daha fazla geçmişse, "müzelik" olurlardı. değersiz taklitleri, kırılır, parçalanır, atılır, çocuklar ya da eskiciler, para edecek yanlarını ayırır, kalanını eğer başka bir işe yaramazsa yakarlardı. bunları şimdi vitrininde durduğu ustasından çok dinlemişti.
ilk ustasını o ilk "tık"ın ve bir günlük kontrol süresince kaldığı atölyesinde onunla olduğu zamanın dışında hiç görmemişti.
bir kere bile bozulmamıştı, ilk sahibinin evindeyken.
daha on yılını doldurmamıştı ki, sahibi ustasının öldüğünü anlatmıştı, çok güzel bir kadın olan eşi müyesser hanıma.
o zaman içinde bir şey yırtılır gibi olmuştu, ama hemen sonra unutmuştu.
çünkü o sırada saat başı gelmiş ve çanına vurmak zorunda kalmıştı.
bugünkü gibi anımsıyordu; sıcak, nemli bir yaz günüydü:
dört kere vurmuştu. "dan, dan, dan, dan"
dört tane "dan" o çok az anımsadığı ustasını, bir anlamda onu doğuran insanı unutmasına yetmişti.
sahibi ölene kadar haftada bir onu kurmayı hiç ihmâl etmemişti. durmak nedir bilmezdi.
altı ayda bir de makinasını yağlardı. her saat başı çalan çanını çıkarıp temizler ve yerine takardı. ahhh ne günlerdi onlar!
bir insan gibi konuşurdu, daha doğrusu ona bir şeyler söylerdi, cevdet bey.
çoğu geçen zamana ve zamanın içinde değişenlere dair şeylerdi.
insanlardan şikâyet etmezdi. zamandan ve zamanın "kahpeliğinden" yakınırdı.
zaman nasıl "kahpe" olurdu, bunu öğrenememişti, ama cevdet bey öyle dediğine göre doğru olmalıydı. o da severdi cevdet beyi. ilk sahibi oydu. her zaman aynı boyda ve hep düzgün taranmış kırmızı sakallarını da severdi. kendisini yaratan bir ilah gibiydi, onun için cevdet bey.
saatin temizliği bir oyun gibiydi.
müyesser hanım da evin temizliğini yapan sakine kalfa da asla dokunmazlardı ona.
dört gözlü kenarında askısı olan bir temizlik kutusu vardı cevdet beyin.
saat eve gelince aşağı sokaktaki marangoza yaptırmıştı.
kutunun dört bölümünden üçünde küçük şişelerde sırasıyla gaz yağı, sıfır numara makina yağı, badem yağı bulunurdu. dördüncü bölmede de bir cam çubuk, bir küçük maşa, bir eski tüyleri dökülmüş havlu parçası, her zaman yeni kesilmiş ve yıkanmış amerikan bezi bulunurdu. sehpaya çıkmadan önce bir parça bezi yırtar muslukta sabunlar, o bezi tam kutunun bölmelerinin orta yerine koyardı.
sonra o kutuyu eline alır, sonra boyuna ve saatin duvarda durduğu yere göre ayarlanmış alçak bir sehpaya çıkar, onu hiç kıpırdatmadan olduğu yerde temizlerdi mutlaka.
ilk önce saatin kapak camını çıkarırdı. onu siler, temizler ve saatin üzerindeki tablaya koyardı.
sonra gaz yağı döktüğü bezle saatin makine bölümünün yanlarını silerdi. ardından cam boruyu makine yağına daldırır, saatin dönen çarklarının bağlandığı tüm noktalara değdirirdi. zembereğin üzerindeki ve çarkların millerini tutan tüm noktalara cam çubukla birer kez değer, saatin hareket eden aksamının her yerini yağlardı mutlaka.
yağlanınca saatin sesi değişir, daha bir yumuşardı.
sonra sabunlu bezle saatin kadranını temizlerdi.
ardından amerikan bezini yırtar, bir küçük maşayla tutar, kıvrımlarını kurulardı. eski tüyleri dökülmüş havluyla da saatin gövdesini siler, sonra badem yağıyla oraları yağlayıp parlatırdı.
cevdet beyin temizlerken dokunuşundan kendisini sevdiğini hissederdi saat.
bugüne kadar tüm sahipleri, cevdet beyin büyük oğlu hilmi de, onun ölümünden sonra saati sahiplenen hilmi beyin ikinci kızı cavidan hanım da onu hep sevmişlerdi.
cavidan hanım cevdet bey öldükten sonra doğmuştu, o yüzden onu tanımazdı.
ama hilmi bey'in anlattıklarından sanki onunla yaşamış kadar onu tanıdığını söylerdi.
cavidan hanım cevdet beye hiçbir zaman "dede" demedi. o herkes için hep "cevdet bey"di.
cevdet bey öldükten sonra da aslında hep onlarla olmuştu:
memuriyet zamanında çektirdiği o rötuşlanmış ve fotoğrafçı tarafından sonradan renklendirilmiş, büyük boy portre fotoğrafı, hep o saatin durduğu duvarda, saatin hemen yanında asılı dururdu.
sonraları cavidan hanım temizlemeye başlamıştı. o da hiç ihmal etmezdi. ama cevdet bey gibi dokunamazdı hiçbir zaman. herhalde korkardı, bir şey yaparım diye. ne de olsa çok eski ve değerli bir saatti.
ama o da sıklıkla saati kurduktan sonra onunla konuşurdu. elini saatin yanında duran cevdet beyin resmine koyar, sonra ona gülümser ve anlatırdı. onun anlattıkları da zamanın değiştirdikleriydi.
bazıları cevdet beyin sözlerine benzerdi onun sözleri de.
özellikle hatırasının onun bıraktığı günkü gibi sapasağlam durduğunu söylediğinde hoşuna giderdi. gerçekten de "sapasağlam" duruyordu.
hayır, hayır durmuyordu! "sapasağlam"dı ve saat gibi çalışıyordu.
"durmak" sözünü oldu bitti sevmemişti bu eski saat.
kaç yıl önceydi tam tarihini çıkartamıyordu.
cavidan hanımın oğlunun askerlerce götürüldüğü o meş'um günde askerler evde arama yaparken, arkasında bir şey olup olmadığını anlamak için onu yerinden kaldırmışlar, sonra da yerine koyuyoruz diye ellerinden bırakınca yere düşürmüşlerdi o güzelim saati.
işte o sırada o en önemli ve hassas parçası yani maşası kırılmış ve o anda da durmuştu.
oğlunun peşinde karakol karakol dolandığı için ancak birkaç gün sonra saatin çalışmadığını fark etmişti cavidan hanım.
hakkını yemeyelim çok üzülmüştü. oğluna üzüldüğü kadar değildi belki ama çok üzülmüştü. sanki onun da içinde bir şeyler kırılmıştı.
oğul hiç geri gelmemişti. "kayıp" oldu demişlerdi çok sonradan. cavidan hanım da bu dünyadan elini eteğini çekmişti bu sözün anlamını kavradığında.
şimdi vitrininde durduğu eski saatçi ustasına götürüldüğünde, daha bu "kayıp" lafı edilmemişti. eski bir battaniyeye sarmalayıp getirmişleri buraya. geliş o geliş işte!
ilk günlerde dokunmamıştı usta ona. sonra bir gün eline almış, tıpkı ilk yapıldığı zamanki gibi kadranını, akrep ve yelkovanını çıkarmıştı önce.
sonra saatin makinasını ahşap gövdeye bağlayan vidaları sökmüş, çıkarmış, son parçasına kadar sökmüş incelemiş, alttaki saatin zembereğine bağlı çarkın altındaki maşanın kırıldığını fark etmişti.
o maşanın bir benzerini daha önce görmediğini söylemişti. pek çok saatçi arkadaşına da sormuş, danışmış ama böyle bir maşayı görmediklerini öğrenmişti. benzer başka saatlerin maşalarını denemiş ama olduramamıştı. eski ustalardan birisi onun "el yapımı" olduğunu söylemişti. bunun üzerine benzerini yapmaya çalışmış ama yine olmamıştı.
ancak benzer bir maşası olan saat bulursa ondan çıkarılıp takılabilir demişlerdi.
o da beklemeye karar vermişti, belki bir benzeri çıkar diye. çok yıl olmuştu ama bir benzeri çıkmamıştı.
saatin makinasını oraya uyacak başka bir makinayla değiştirmeyi de mesleğine ihanet olarak görmüş, onun sağlam parçalarını söküp başkalarında kullanmayı ise hiç düşünmemişti, çünkü o da saati çok sevmişti ve bir gün o kırık yayın benzerini bulup o saati çalıştıracağına inanmıştı.
işte o zaman saati tekrar toparlamış ve maşa hariç her şeyi yerli yerine takmış, sanki çalışan ama kurulmadığı için duran bir saat gibi vitrindeki yerine koymuştu.
o günlerde cavidan hanıma durumu anlatmış ve eğer isterse bu haliyle ondan satın alabileceğini söylemişti. cavidan hanım satmaya razı olmamış, o parça bulunana kadar onda kalmasının mahsuru olmadığını söylemişti. bir süre belirli aralıklarla gelip gitmiş, bulunup bulunmadığını sormuş, olumsuz yanıt aldıkça gelişlerinin arası uzamıştı. işte o günlerde ustasından duymuştu cavidan hanıma dair söylenen "kayıp" sözünü.
sonra bir gün cavidan hanımın da vefat ettiği haberi gelmişti. cenaze namazı sırasında cavidan hanımın cenaze için yurt dışından gelen büyük kızına usta saatten söz etmiş, ama kız hiç ilgilenmemiş, omuz silkmekle yetinmiş, yanından uzaklaşmıştı.
usta saatin eksik olan o parçasını bulacağına inanmayı hep sürdürmüştü.
her zaman vitrinin dışardan en iyi görünen tarafında dururdu. herkes hayran kalır ve içeri girip alıcı olmaya yeltenirdi. usta da önce saatin hikayesini anlatmaya bayılır, sonra da eksik parçayı söyleyerek, gelmesini beklediğini belirtirdi.
tıpkı bir dini ritüel gibi belirli aralıklarla yinelenen bu anlatma töreni hem saatçi ustasının, hem de dinleyenlerin çok hoşuna gidiyor, vitrinin iç kapağının ardında onları diyen eski saat ise mest oluyordu.
kendine itiraf edemediği, ama ona kötü gibi gelen bir huyu vardı eski saatin.
karşı duvarda çalışan saatler onun akrep ve yelkovanının gösterdiği ana yaklaşınca sanki çalışmaya başlamış gibi heyecanlanır, içi içine sığmaz, sevinirdi.
son dakikaya girildiğinde bir ibadette dua okur gibi saniyeleri geriye doğru sayar, doğru anı gösterdiğinde çok mutlu olur, sonra o durma anını yaşıyor gibi içinde bir yerlerde bir acı duyar, sonra bu anlamsız ibadete son verirdi. tam doğruyu gösterdiği o anda dünyadaki tüm saatlerin çalmasını ve onu işaret etmelerini isterdi. tabii ki çalışan saatlerin "tik tak"ından başka hiçbir ses duyulmazdı.
bazen insanların sanki tam o anda vitrinin önünde durup ona baktıklarını ve doğru saati ondan öğrendiklerini hayal ederdi. tam on iki saat sonra yine aynı şeyleri yapar, aynı şeyleri yaşardı. o tek saniye, hatta an, doğru olduğunu gösteren bir kanıttı onun kafasında.
tek doğrusu herkesin bakıp da gördüğü o saatti. o saat o kadar önemliydi ki, yüz yılı aşkın bir süredir yayınlanan o ünlü takvimin üzerindeki amblemde yer alan saat de o anı gösteriyordu. yaşamı dört mevsim, oniki ay, elliiki hafta, üçyüzaltmışbeş gün bu ritüeli yaşayarak sürüyordu.
o karşı duvarda her an doğru saati gösteren ama, ya kurulmadıkları ya da pilleri bittiği için zamanı hiç göstermeyen, bazen de yanlış ayarlandığı için hep yanlış zamanları gösteren saatlerden farkı oydu. günde en az iki kez gerçekten doğru saati gösteriyor ve bundan müthiş bir sevinç duyuyor, yaşadığının ve hep yaşayacağının güvencesi olarak da bunu görüyordu.
bozuk da olsa, eksik parçası bulunamasa da o hep günde iki kez doğruyu gösterecekti. tek dileği vitrinin önünden geçen insanların onun bu doğru anı gösterdiği sırada vitrinin önünden geçmeleriydi ve onun doğruluğunu onların da fark etmesiydi.
belki de bu umut onu yaşatıyordu. (MS/YY)