Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, "Bir haftalık sürede tüm halka açık şirketlerimizin değeri 269 milyar dolardan, 249 milyar dolara düşmüş. Bu 20 milyar doların 1 milyar 600 milyon doları Halk Bankası’na ait" dedi.
Babacan "Halk Bankası'nın toplam hisse senedi değeri 9 milyar 498 milyon dolardan 7 milyar 873 milyon dolara düştü. Bu operasyonun zamanlaması, içeriği ve yöntemi yolsuzlukla mücadeleden öte, Türkiye'nin istikrarını hedef almış bir görüntü veriyor bize" diyerek, Rüşvet ve Yolsuzluk Operasyonu'na teşhis koydu.
Adalet ve Kalkınma Partililerde (AKP) böyle bir hal var. En aklı başında, bilgili, kafası çalışan görünenleri bile Başbakan'ın “ağzına geleni söyleyen” tavrından sıyrılamıyor. Babacan da partinin tamamını hizaya getiren bu çizgiden azade değil.
Babacan borsadaki hisse senedi değerlerinin hangi değişkenlere bağlı olarak çıkıp indiğini bilir. Bunların içinde, ülke ekonomisinin istikrarlı olmasının önemli bir gösterge olduğunu da bilir. Zaten yakındığı operasyonun istikrarı hedef aldığını söylüyor.
Şikayetinin haklı bir yanı var. Sermaye her şeyden önce istikrar ister. Bir ülkeye yönelmesi ve oradan kar elde etmeyi beklemesi için önünü görebileceği, gelecekte başına bir tehlike gelmeyeceğine emin olacağı bir ortam gereklidir.
İstikrarın nasıl sağlandığı çok önemli değildir. 1970’lerin Şili’sinde ve 1980’lerin Türkiye’sinde olduğu gibi her itirazın başını ezen bir yönetimin sağladığı istikrar da, Avrupa ülkelerinde olduğu gibi genel refah düzeyini artırarak sakin ve dengeli bir ortamın yol açtığı istikrar da makbuldür.
Babacan’ın da dahil olduğu AKP yönetimi küresel sermayeyi çekebilmek için istikrarın çok önemli olduğunun farkındaydı. Bu yüzden, kendilerinden önceki hükümetin Avrupa Birliği (AB) ile kurduğu ilişkilere sahip çıktılar, yine o hükümet tarafından başlatılan Anayasa ve yasa değişikliklerini sürdürdüler.
Bu eğilim yurt içinde liberalleri büyülediği gibi yurt dışında da Türkiye’ye güveni artırdı, küresel sermayenin ülkeye yönelmesine yol açtı. Fakat AKP -belki de pek derin düşünme alışkanlıklarına sahip kadroları olmadığından- “çağımızda imaj her şeydir” gibi klişeleri çok ciddiye aldı. İlk yılları önünü ardını fazla düşünmeden giriştiği imaj düzeltme açılımlarıyla geçti.
Artık her cümleye AB, Kopenhag kriterleri gibi lafları sıkıştırıyorlardı. Yetmedi, çözmeyi akıllarından bile geçirmedikleri ya da sadece kendi koydukları kurallara göre çözmeyi kabul edebilecekleri sorunlara el attılar. Önce Kıbrıs, sonra da Ermenistan sorunlarını çözmeye ramak kalmış izlenimi uyandırmayı başardılar.
Bu arada sorun çözme sürecinin sorunun çözülmesinden de daha karlı olduğunu fark etmişlerdi. Kürt, Alevi, Roman açılımları, Müslüman komşu hükümetlerle kucaklaşmalar, bütün sorunların bittiğini ilan etmeler devreye girdi. Hiçbir sorunun çözülmediği konularda bile, çok sayıda toplantı yapılmış olması bir başarı gibi takdim edildi.
Bütün bunların yanı sıra istikrarın öteki önemli aracı olan otoriter yönetim de, şiddetini gittikçe artırarak varlığını sürdürdü. Tayyip Erdoğan her geçen gün daha kudretli, daha otoriter bir lider oldu. Otorite iştahı sonunda Türk usulü başkanlık icadına kadar vardı.
Siyasi ve ekonomik olarak Batı ile bütünleşmek, neoliberal politikaları hiçbir engel tanımadan uygulamak, bütün komşularla iyi geçinmek, demokrasi ve barıştan yana olmak ve bunu son derece güçlü bir iktidarın otoritesi altında yapmak. Küresel sermaye daha ne ister?
AKP küresel sermayeyi, ABD’yi, AB’yi, komşu ülkeleri ve yurt içinde çok sayıda insanı uzun süre buna inandırdı. Uygarlık, özgürlük, barış, demokrasi gibi konularda vaatlerinin hiç birini yerine getirmediği gibi otoriterliğinin dozunu sürekli artırdı.
Bütün inandırıcılığını kaybettiğinde yeteri kadar kar etmişti zaten. AKP iktidarı döneminde İstanbul Borsası endeksi 40 binlerden 90 binlere kadar yükseldi. Şimdi Ali Babacan borsa endeksi 70 binlere düştü diye, 20 milyar dolar kaybetmekten yakınıyor, yaşananları “operasyon” (burada operasyon iyice ayağa düşen komplo yerine, daha havalı bir terim olarak kullanılıyor) olarak suçluyor.
Belki de haklıdır, bir operasyon sonucu borsa düşmüştür. Peki ama bu bir operasyonsa, AKP’nin gerçeklerle tamamen bağlantısız izlenimler uyandırarak borsayı yükseltmesi nedir? Borsa endeksi olağan nedenlerle mi 90 binlere kadar yükselmişti? Yolsuzluk haberleri veya protesto eylemleri her ülkede borsaları yıkıp geçiyor mu?
Borsadaki düşüş şimdiki yolsuzluk operasyonuyla başlamadı. Bundan önce Gezi direnişi küresel sermeyenin Türkiye’ye bakışında sarsıntı yaratmıştı. İstanbul Borsası'ndan kaçış o dönemde hızlandı. Çünkü Tayyip Erdoğan’ın otoriter yönetiminin artık sürdürülebilir olmaktan çıktığını görmüşlerdi.
Türkiye’de hükümetin muhalefete tahammül edemediği, her türlü gösteriyi polis zoruyla bastırdığı zaten biliniyordu. Kürt sorununu oyaladığı, Alevi sorunuyla hiç ilgilenmediği, gayrimüslimlerin her hakkını pazarlık konusu yaptığı, Suriye’de silahlı dinci örgütleri canla başla desteklediği de çok açıktı. Sermaye bunların hiç birine aldırmadı. Fakat ne zaman ki insanlar en vahşi polis saldırılarına bile direneceklerini gösterdi, sermaye Tayyip Erdoğan’dan umudunu kesti.
Gezi direnişi otoriter yönetimin sonu oldu. Zaten hükümetin sermayeyi çekmek için otoritesinden başka da avantajı kalmamıştı. Onu da kaybedince borsayla birlikte inişe geçti. Yolsuzluk operasyonu ikinci aşama oldu. Ali Babacan komploları kurcalayacağına, nasıl olur da bir ülke ekonomisi bir adamın otoritesine bağlı olur diye düşünse daha iyi eder. (BD/EKN)