Takipteyim. Peşine düştüm. Çocukken babamın peşine düştüğüm gibi. Çamurlu ve karlı günlerde, babamın yerde bıraktığı ayak izlerine sessizce basarak yürüdüğüm gibi. Takıldım peşine. Sessizlik yemini ettiğimden midir nedir, sesim sessizliğe takıldı. Bağırdım avazım çıktığı kadar ama duymadı beni hiç.
“…Benim için hazırlanmak, rahat hareket edebilecek tarzda hafif olmak demekti. Bir eylemin kaçınılmaz ilk şartıydı bu… Geriye namluya mermi sürmek kalıyordu ve içten içe gelişebilecek kararsızlıları, korkuları yenmek… Buna rağmen korku, son an’a kadar kalbimin orta yerinde bir nabız gibi atmaya devam ediyordu hep, ta ki gecenin sessiz perdesinde bir gedik açan o ilk mermi patlayana dek…”
Mermi patlamıştı bile. Kulaklarımı kapattım. Korkup bir kayanın ardına sindim. Bırakın o elinizdeki silahları, oynamayın yaramaz erkek çocukları gibi, dedim. Duyan yok. Kulağımı ve gözlerimi sımsıkı kapattım, başkalarının hayatının içinde. Kulaklarımı ve gözlerimi ürkerek açtığımda ortalık sisten gözükmüyordu. O an elimde beliren el lambasını yakıp etrafa doğrulttum. Yerde kan izi vardı. Takip ettim. Yanına vardım. Yaralanmıştı. Su istiyordu sürekli. “Su yasak! Yaralı arkadaşlar sabaha kadar şu içmeyecek…”
O su istiyordu, karşısındaki de aynı şeyi tekrarlıyordu. Sanki Kerbela’da kalmış gibiydi. İçindeki kan süzülünce, insan akan kanın yerine su ile doldurmak istiyor, dedi kendi sesim. Böyle bir bilgiyi nasıl saklamıştım kendimde?
Arkadaşlarının kolları arasında ayaklarını sürükleyerek yürüyordu. Geçtiği yerlere kan sızıyordu. Durdurdu arkadaşlarını. Yine o inatçı sesi duyuldu. “Beni bırakın. Grubu ağırlaştırıyorum. Vakit çok az.” Arkadaşları bırakmak istemiyordu. Bu konunu tartışılması gerektiğini söylediler.
Henüz yirmi yaşındaydı ama yetmişlik bir dede gibi bilgeli, öngörülü bir de o kadar inatçıydı. Keçi inadı da değil, yaşlı inadı. Tartıştırmadı bile arkadaşlarını. Arkadaşları çaresiz O’nu bırakmak için en uygun yeri aramaya giriştiler. Arazi düzdü. Az ilerde yağmur sularının oyduğu bir yer buldular. Tam da O’nun enine ve boyuna uygun bir yerdi. Mezarı andırıyordu. Annemin mezarını kazırlarken ne çok bağırmıştım içimden. Kazmayın ve gömmeyin! Yine öyle bağırdım. Bırakmayın oraya O’nu, alın götürün! Bağırtımla uğraşırken O, uzanmıştı bile. Üzerini çalılarla örtüyorlardı. Yanına gireyim istedim ama hiç yer yoktu. Başında beklemeye koyuldum. Dışarıdayken bile insanın içine içleyen bir toprak kokusu. Islak toprak kokusunu bilirdim de ölmek üzere olan birinin kanını içine çeken kan kokulu toprağın kokusu o an hissettim. Ölmeyeceksin değil mi?
Sabah oluyordu. Yine susamıştı. Üzerini örten çalılara asılı kalan su damlalarının ağzına düşmesi için çabalıyordu. Üfledim damlaları. Birer birer düştüler. Tek kıpırtısı o oldu. Sonra hiç kıpırdamadı. Ölmüş müydü? Pür dikkat çukura bakıyordum kıpırdar diye. Tek kıpırdayan bir örümcekti. Ağını örüyordu üzerine. Nefesimi toparlayıp ağ’a doğru üfledim. Başkasının hayatının içindeki benim, o hayattaki geçerli tek şey nefesimdi. Hiç durmadan üfledim. Ağ bozulmuştu. Ağı bozulan örümcek bir deliğe girip kayboldu. Saatlerce bekledim. Ne zaman uyudum ne zaman uyandım bilemiyorum. İnleme sesi duydum. Kıpırdamıyordu ama inliyordu. Çukurun kenarında bir hareketlilik vardı. Karıncalar akın etmişti. Ağızlarında taşıdıkları şeyin ilkönce farkına varamadım. Dikkatlice bakınca yara kabuğu taşıdıklarını gördüm. İnlemesinin sebebini anladım. Sinir oldum karıncalara. Korucu kılıklı hayvanlar. Bırakın kabukları! Defolun gidin! Nefesimi toparlayıp var gücümle üfledim. Dağıttım onları. Ben karıncaları dağıtırken, O, çalıların arasındaki böğürtlenle konuşuyordu.
Abartısız, sade bir anlatım. Gözden kaçabilecek ayrıntılar tam yerinde ve sade bir benzetme ile verilmiş. Dağa hasret bakan ananın elindeki kirmeni bacağında yuvarlayıp ipi eğirmesi gibi eğirmiş sözcükleri yazar. Hasret çocuğuna, kışın üşümesin diye ördüğü yün çorap gibi de örmüş tümceleri; özenle, hasretle, sevgiyle ve inançla.
Yazarımızın adı Murat Türk. Tutsak kendisi. Gencecik yaşta girdiği cezaevinde zamana sözcüklerle direniyor.
“Böğürtlen Zamanı 1 (Arayış)”, “Böğürtlen Zamanı 2 (Buluşma)” ve “Köprüdeki Düşman”. Murat Türk’e ait olan bu eserlerin hepsi de Aram Yayınları’ndan basılmış.
Murat Türk’ün eserlerini okursanız, kendisine ulaşmanızı rica edeceğim. (2 Nolu F Tipi Cezaevi A.30 Kırıklar-Buca/İzmir). Tek bir satır da olsa yazarsanız çoşar kendisi.
Bu eserlerle bulaşmanız, hayata sözcüklerle tutunan birine ulaşıp birlikte çağıldamanız umudumla, keyifli okumalar. (ED/NV)