Boğaziçi Üniversitesi'ndeki Starbucks işgali 15. gününü doldururken, işgalcilerin en önemli tartışma başlığı şuydu: arka kısım ne olacak? Öğrenciler mekânın, müşterilerin gelip oturabileceği kısmını işgal etmiş durumdalar.
Fakat hala isteyen; işgal edilen kısmın arkası denilen (çalışanların durduğu ve büfenin yer aldığı-satışın yapıldığı bölüm) yere geçip kahvesini alabiliyor. 15. günün akşamında alınan toplantıda arka kısma dair tartışmalar yaşandı, bu toplantıyı benim de yaptığım gibi internetten izlemek mümkün.
Aslında tartışma da ikiye bölündü. Arka kısımda; işgalciler için ortaklaşa yapılan yemeklerin bulaşıklarını yıkasak mı tartışması, arkayı da işgal etsek mi tartışmasına karışıverdi.
Sonuçta toplantı bir kaç kişinin bulaşıkları arkada yıkaması ile son buldu. Arkasının tamamen işgal edilmesi, müşterilerin engellenmesi yani özetle işgalin geleceği tartışması ise havada asılı kaldı.
Arka kısmın işgali tartışmasında önemli gördüğüm birkaç cümleyi vurgulamak istiyorum. İşgal edelim diyen öğrenci, soruşturmayla karşılaşabileceklerini belirtip üç önemli noktaya değindi; bunu kitlesel yapmalıyız, arkasında durmalıyız ve birbirimize güvenmeliyiz.
Arka kısmı işgal etmeyelim diyenlerin söylediği ise zaten burada bir yer edindik, aceleye getirmeyelim, sayımız gün geçtikçe azalıyorken rektörlüğü iyice karşımıza almayalım şeklindeydi.
Ama bence daha da öne çıkan gerekçe şu şekilde sunuldu: "Biz burada ütopyamızı yaşıyoruz, bunun koşulları farklı, beraber yemek yapıyoruz, beraber hareket ediyoruz, arkayı işgal etmek farklı bir anlam taşır, ben katılmam."
Bu sözlerin ardından şu soruya yanıt arama ihtiyacı duyuyorum: İşgal; ütopyayı yaşamak mı yoksa ütopyaya giden yol mu? Daha da net sorarsam, "kapitalizm bizlere ütopyalarımızı yaşama fırsatı tanıyan bir sistemse ona neden karşı çıkalım ki?"
Bu soru hakkında düşünürken 19 Aralık 2011'de Sultan Komut'un Bianet'te çıkan yazısını değerlendirme gereği duyuyorum.Yazıda özetle her yanımızı kapitalizm sarmışken işgalin (veya işgallerin) geçici olduğu söyleniyor.
Bu söylenirken de işgali gerçekleştirenlerin de aslında birer tüketici olduğuna değiniliyor:
"Tüketmeye alışmış yahut alıştırılmış bir toplumuz. Hayatımız başkalarını zenginleştirmek için çalışmaktan ibaret. Biz çalışıyoruz, büyük sermaye sahiplerinin sermayesini büyütürken, bizi her gün daha da eriten sistemin birer kuklası, hatta kurbanı olarak çalıştığımızı aynı hınçla ve aynı hızla tüketiyoruz... En muhalif geçinenimiz bile kendini bu sistemin bir parçası olarak buluyor bir gün."
Kapitalizmin bize ütopyalarımızı yaşatacak yer bırakmadığı noktasında Komut'la aynı fikirdeyiz, ama fikirdaşlığımız burada bitiyor. Tam da bu yüzden kapitalizme karşı mücadelenin anlamlı olduğunu düşünüyorum ben, o ise bu mücadelede tüketim kapasitesi yüksek öznenin tüm toplumu temsil ettiğini düşünerek mücadeleyi geçici bir heves olarak görüyor. Aslında bu yanılsama aşağıda bahsedilen iki özelliği gözden kaçırmaktan kaynaklanıyor.
Üst-orta sınıfın isyan hakkı
"Arka kısım işgal edilecek mi?" sorusundan başlayıp, yukarıda sorduğum sorulara cevap ararken işgali gerçekleştiren öğrencilere dair iki özelliğe değinmek istiyorum. Öğrenciler çoğunlukla üst-orta sınıfı temsil ediyorlar ve örgütsüzler; örgütsüz hareket ediyorlar.
Önce birinci kısma biraz değinerek başlayabiliriz. Üniversite içinde kapitalizmin önde giden temsilcilerinden olan bir işletmeyi işgal etmek, burjuvazi dışında her katmandan beklenebilecek bir eylem, bir isyan hali.
Ama bu sistemle kurduğunuz ilişkiyi belirleyecek bir ayrım noktası değil. Yani orayı işgal etmeniz sizin ezilenlerin en altında yer aldığınızı ispatlamaz.
O yüzden bu işgali gerçekleştirenlere "ama siz de tüketiyorsunuz" demek çok da gerekli bir çözümleme değil. Bu sistemden tüm insanlığın zarar gördüğünü zaten kabul ettiğimiz için kapitalizme karşıyız. İlle de en çok eziyet görenler isyan edecek, öbürleri susup oturacak diye bir şey yok.
Özetle üst-orta sınıfın da isyan hakkı var. Burada önemli olan, eylemselliğin özellikleri, boyutu, talepleri ve tavrının temsil ettikleri kesimi yansıtıyor oluşları ve topluma genellenemeyecekleri.
İşgalcilerin, tüketim kapasiteleri yüksek bu yüzden tüm toplum da aslında bu tüketim seviyesinde demek, özellikle, Komut örneğinde söylersek, işgalciler ve kendisi gibi tüm toplumun üst-orta sınıf olduğunu sanma yanılgısına düşmektir.
Hayatında sturbucks'a gitmemiş, üniversite görmemiş, marka giymemiş, evinden, mahallesinden öteye gitmemiş milyonlar var bu topraklarda. Bu yüzden işgal, onların mücadelesini de selamladığı için çok önemli, değerli ve anlamlıdır.
Örgütlenme Hakkı
İkinci özelliğe gelirsem, bence işgalin en önemli sıkıntısı ve biraz da büyük sempati toplamasına rağmen yeterli ciddiyeti kazanamamış olması bu özellikten kaynaklanıyor. Arka kısım sorununun havada asılı kalması da yine aynı sıkıntının sonucu. İşgal, örgütsüz bir eylem. Burada örgütsüzlüğü en genel anlamıyla ele aldığımı belirtmeliyim.
Kastettiğim, oradaki öğrencilerin var olan çeşitli örgütlere üye olup olmamaları değil, kendi içlerinde örgütlü olmamaları. İşgal de bu yüzden başı sonu çeşitli tahminlerle örgütlenmiş durumda değil.
Fazlasıyla kendiliğinden bir eylemlilik var karşımızda. Bu durumu ise öğrencilerin üst-orta sınıfın temsilcileri olmasıyla açıklayamayız.
Belki örgütlülüğün öcü görülmesi, solda bedel ödenmeyecek eylemler yapılmasının sempati getirmesi, iktidarı (sadece siyasi değil, devlet iktidarını ve onun zor aygıtlarını) karşısına almamanın hafifliği, eğitim siteminde-üniversitelerde ticarileşmeden önce ideolojisizleştirmenin gelmesi birer açıklama getirebilir bu duruma.
Postmodern isyan hali, öğrencilere otonom mantığıyla beraber bu eylem modelini, örgütsüzlüğü dayatıyor, onlar da bu barikatı aşamıyor. Arka kısım tartışması belki de en çok bu dayatmayı sorgulatabileceği için önemli bir tartışma olarak öne çıkıyor.
Postmodernizm usulca fısıldıyor, "herkes kendi ütopyasını yaşasın". Oysa ütopya arka kısım gerçeğiyle yüzleştiği anda sabun köpüğü gibi pırıldayarak patlıyor. O esnada arka kısımda birileri kahvelerini alıp yudumluyorlar. İşgal, kendi ifadeleriyle %99'un; mekânın %49'unu tuttuğu bir niteliğe bürünüyor.
İşgalin aslında örgütlü yürüdüğünü iddia edenler, iş bölümünün olduğunu, yemeklerin, toplantıların, mekânda kalmaların, söyleşilerin aksamadan gerçekleşmesini kanıt olarak sunabilir. Günlük pratiğin örgütlenebilmesi örgütlülüğün sonuçlarından biridir ama bunu yapabilmek her zaman örgütlü bir yapı olduğunuz anlamına gelmiyor.
Zaten bu konuda öğrencilerin 1. işgal gazetesindeki açıklaması da şöyle: "İşgalciler, homojen, örgütlü bir gruptur. Yanlış. Aramızda farklı siyasi partilerden gelen örgütlü arkadaşlar olduğu gibi, örgütsüz olan pek çok arkadaş da vardır. Bir kulüp, örgüt ya da topluluk değiliz. Bir arada bulunuşumuzu Starbucks üzerinden örgütledik. Ancak bu grup, homojen bir grup değildir....Burada herkesin söyleyecek farklı bir sözü var. İşgale katıl, sözünü söyle dememiz de bundandır."
Homojenlikle örgütlülüğün birbirine karıştırılması şaşkınlık verici; sivillerin ve faşistlerin öğrenci toplantılarını bastığı bir ortamda yaşamamaları da büyük şans.
Her kafadan bir ses çıkması kadar güzel bir şey yok bence de, ama bu sesleri toparlayıp ortaklaştıracak bir iradenin, örgütlülüğün yokluğu kadar da vahim bir şey yok. Örgütlülük çok güzeldir, ebediyen insanlar örgütlü yaşamalıdır gibi bir derdim de yok.
Burada anlatılmaya çalışılan şey, kapitalizm bize yer bırakmayacak kadar örgütlüyken bizim örgütsüzlüğümüz kaybedeceğimizin ilanından başka bir şey değil demektir.
Çünkü şu anda orası, rektörlüğün ufak bir müdahalesi ile dağılmaya müsait, kendiliğinden sönümlenmeye açık, daha da önemlisi arka kısım alış verişe açık...
İşgal deneyimi, öğrencilere örgütlülüğe dair belli deneyimler kazandırabileceği için de çok değerli. Yine de örgütlülük üzerine şu soruların yanıt bulması hayırlara vesile olabilir.
"Daha başta biz bu işgali gerçekleştirirken nasıl sonlanacağına dair birkaç ihtimali düşünüp ona göre bir hareket planı yaptık mı? Yaptıksa o planların neresindeyiz, yapmadıksa niye yapmadık? İşgal sonrasında da beraber hareket edecek ve yeni katılımlar da sağlayacak bir yapıya sahip miyiz?
"Boğaziçi'ne dair yaptığımız yorumlar, toplumun diğer kesimleriyle buluşuyor mu, diğer kesimlerin temsilcileri buraya gelirken biz de onların etkinliklerine "topluca" katılabiliyor muyuz veya katılacak mıyız? Örgüt fikri bize neden bu kadar korkunç geliyor, örgüt üyeliğini devletin de korkunç bir suç olarak görmesi bunda etkili olabilir mi?"
Bu soruları, Boğaziçi'nde, yıllardır tanık olduğum haliyle, her dönem bir hareketlilik yaratan ama sonrasında süreklilik arz etmeyen bu kendiliğindenlik halini anlamak için sorduğumu da belirtmeliyim.
Çünkü işgal, her an bu kendiliğindenliğin faturasını ödemek durumunda kalabilir. Sonuç olarak yazı işgaldeki öğrencilere katkı sunmak çabasını taşıyor, o yüzden son bir soru daha soracağım: Arkası ne olacak? (MŞ/BA)
* Mine Şirin, Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Fakültesi Yüksek Lisans öğrencisi