Fotoğraf: Boğaziçi Dayanışması
Önce olayları hatırlayalım.
Ülkenin, dünya çapında en saygın kamu üniversitelerinden birine, bir gece yarısı (ansızın) bir rektör atandığını öğrendik. Yasal, ancak meşru olmayan, teamüllerin tamamen dışında gerçekleşen bu atama haberi ile birlikte kendinden çok söz ettirecek bir isim düştü gündeme: Melih Bulu.
Kendisini kimse tanımıyor. Gelinen noktada artık kimsenin bunu istediğini de sanmıyorum. Üniversite bileşenlerinin, kendisi (‘şahsı’ diyemem, ‘şahsım’ alınır) ya da kişiliğiyle bir alıp veremediği yok zaten. Hepsinin itirazı, 150 yıllık geleneği ve değerlerini hiçe sayan, kabul edilemez bu atamaya. O yüzden topluca itiraz ettiler.
Herkes tavır aldı
Peki, itirazları demokrasi ekseninde nasıl dile getirildi, nasıl örgütlendi?
Şöyle:
Üniversitenin öğrencileri tavır aldı. Öğretim üyeleri tavır aldı. Mezunları tavır aldı. İdari personeli tavır aldı. “E, geriye ne kaldı?” diyebilirsiniz. Kalmadı. Bütün bileşenler aynı şeyi ‘istemiyor’ çünkü. Çok net.
Sonra ne oldu?
Barışçıl eylemlerle itirazlarını dillendirdiler, taleplerini görünür kıldılar.
Yaptıkları bu.
Hocalar (giderek sayıları artarak) her gün bir araya gelip, rektörlük binasına sırtlarını dönerek tepeden atamayla gelen rektörü protesto etti.
Mezunlar destek mesajları yayınladı. Yurtdışında yaşayanlar bile, birçok farklı şehirde toplanıp pankart açtı.
Öğrenciler, bu ülkenin en parlak gençleri, kampüslerinin sınırları içinde ama sınır tanımayan yaratıcılıklarıyla durumu protesto ettiler. Ulusal ve uluslararası geniş bir kamuoyu desteğini de arkalarına aldılar üstelik. Çeşitli ülkelerden, sayıları 3000’i aşan bilim insanı, düşünür ve akademisyen öğrencilerle dayanışma metni yayımladı.
İstanbul her akşam saat 9’da pencerelere balkonlara çıkıp, dayanışmaya ses verdi.
Bulu sustu
Peki atanmış rektör ne yaptı?
Boğaziçi Üniversitesi tarihinde görülmeyen bir gürültüyle çevik kuvveti davet etti, yüzlerce polisi kampüse doldurdu. Kaskları, gazları ve coplarıyla polisler ‘Bulu’s Brothers’ belli ki. Yetmezmiş gibi, üniversitenin çevresindeki binalara keskin nişancılar yerleştirildi. Bir kez daha altını çizeyim: Belli ki gerekirse ‘vur’ emri verilecek keskin nişancılar. Daha kampüs giriş kapısını zincirleyen kelepçe fotoğrafı belleklerden silinmemişken hem de. Mezunların bile kampüslere girmesi yasaklanırken…
Barışçıl bir tavırla eylem yapan öğrenciler yaka paça alınıp, ters kelepçelerle polis araçlarına dolduruldular.
Melih Bulu sustu.
Öğrenciler maruz kaldıkları şiddete rağmen hiç aşağı bakmadılar.
Melih Bulu sustu.
Öğrenciler, ‘sapkın’ ilan edildiler.
Melih Bulu sustu.
Öğrenciler ‘terörist’ ilan edildiler.
Melih Bulu sustu.
Öğrenciler gözaltına alındılar.
Melih Bulu sustu.
Öğrenciler tutuklanarak mahkemeye sevk edildiler.
Melih Bulu sustu.
Öğrenciler, çıkarıldıkları mahkemelerde suçsuz bulunup serbest bırakıldılar.
Melih Bulu yine sustu.
Melih Bulu tek bir kez konuştu. Ve dedi ki: “İstifa etmeyi asla düşünmüyorum.”
İstifa ve istifra
Benim düşündüğüm ise istifra (kusma). Tıbbi anlamda. Aslında istifra üzerinden bulimia hastalığını düşünüyorum. Hani insana yediği her şeyi bir süre sonra istifra ettirerek çıkartan bir hastalık var ya, onu. Bir de ‘vektörle bulaşan’ hastalıklar geliyor aklıma. Kabaca anlatmak gerekirse, bu tip hastalıklarda hastalık ancak bir başka ara-konak aracılığıyla insana bulaşır. O ara-konak yoksa insan o hastalık için konak olamaz, çünkü hastalık etkeni bulaşamaz.
Anofel türü sineklerle bulaşan sıtma ya da pirelerle bulaşan vebada olduğu gibi. Sinek ya da pire hastalık vektörüdür, devreye girmezlerse hastalıklar insanda ortaya çıkmaz, yani insandan insana bulaşmaz.
Yazının bundan sonraki kısmı için Boğaziçi’nin her sosyal sınıftan, her renkten, her etnisiteden, her inançtan, her cinsel yönelimden, her siyasi görüşten; farklı ama diyaloğa açık, “birbirlerinde sevilecek bir taraf bulmayı başarabilen” ve gözaltına alınırken bile gülümsemeyi ihmal etmeyen o şahane öğrencilerinden ilham aldığımı itiraf etmeliyim.
Persona non grata
Benim gözümden olan bitenin mediko-sosyal izahı şudur:
Boğaziçi Üniversitesi ‘rektörle bulaşan’ bir hastalıkla enfektedir. Yılların birikimi; demokrasi geleneği, eleştiri-tartışma-uzlaşı kültürü, kurumsal değerleri ve liyakat hiçe sayılmış ve atanmış rektör aracılığıyla bu köklü kurumun ontolojisine aykırı, onkolojik bir zihniyet dayatılmak istenmiştir. Atanmış rektör, bu zihniyetin sembolik taşıyıcıdır. Ve o kurum, bütün bileşenleri ile birarada bu durumla mücadele etmektedir.
Bu tablonun tanısı BULUmia’dır. Boğaziçi Üniversitesi bünyesi bu durumu sindirememekte, durmaksızın istifra etmektedir. Çünkü herkes bilir ki, BULUmia girdiği bünyeyi yavaş yavaş zayıflatır ve içten içe tüketir.
Tedavi için reçete, Bulu’nun tok karnına istifasıdır. Üstelik sorunun akut fazda, kronikleşmeden çözülmesi için gün, bugündür.
BULUmia’nın Boğaziçi Üniversitesi’nde endemik, akademisyenlerin de BULUmik olmaması için kendisi ortak aklın çağrısına kulak vermeli, bu köklü kurumun ve genç insanların daha fazla yıpranmasına göz yummamalıdır.
Sorumlu ve kişilik sahibi her bilim insanı bu saiklerle hareket eder. Açıkça persona non grata (istenmeyen kişi) ilan edildiği bir yerde durmaz, duramaz. Bırakın altı ayı, altı saat kalmak bile zul gelir.
Ya her şeye rağmen, kalmakta ısrar ederse ne olur?
Yüz nakli yapmak için gönüllü bir cerrahi ekip çıkar mı bilmem ama bildiğim, çok yazık olur.
(NÖ)