* Fotoğraf: Boğaziçi Direnişi Twitter hesabı
Hayatta kimliğimizi oluşturan, bizce bizi biz yapan pek çok şey var. Toplumsal cinsiyetimiz, sınıfsal aidiyetimiz, siyasi görüşümüz, cinsel yönelimimiz, doğduğumuz çağ, ülke ve toplum bunlardan yalnızca birkaçı.
Gidip görüp yaşadığımız ülkelerin, okuduğumuz okulların, girip çıktığımız işlerin, hayatımızdan geçip giden insanların kimliğimiz dediğimiz şeye yeni renkler, yeni katmanlar eklediği ise su götürmez bir gerçek.
Hâl böyle olunca, "Ben kimim" sorusuna verdiğimiz cevaplar da herkesin kendi önem sırasına göre değişiklik gösteriyor.
Ben kimim?
Ben, kadın haklarının altının her geçen gün biraz daha oyulmaya çalışıldığı, feminizmin bile bir nevi kriminalize edilmeye çabalandığı bir ülkede kadınım ve basın ve ifade özgürlüğünün gittikçe daha büyük maddi-manevi tehditlerle karşı karşıya kaldığı bir ülkede çokça çevirmen, eser miktarda editör ve (umarım bir gün) gazeteciyim. Ve evet, tabii bir de Boğaziçiliyim.
"Boğaziçili."
İtiraf etmeliyim ki lisans eğitimimi aldığım Boğaziçi Üniversitesi ile burada sayamayacağım kişisel sebeplerden hep biraz uzatmalı, Almancada kısaca "Hassliebe" ya da Türkçede kabaca "sevgi-nefret ilişkisi" olarak nitelendirebileceğim mesafeli bir ilişkim oldu.
Boğaziçi'nin ne kadar iyi bir okul olduğunu benim gibi eski bir mezununun söylemesine ihtiyacı yok elbette. Tıpkı benim de Boğaziçi'nin ne kadar iyi bir okul olduğuna hiçbir itirazımın olamayacağı gibi...
Öte yandan, Boğaziçi mezunu olmak benim için ne çok büyük bir gurur kaynağı ne de övünülmesi gereken bir şey oldu.
Belki de sadece "bir yere nasıl ait olunur" bilmediğimden...
***
Öyle veya böyle, mezun olduktan 7 sene sonra dönüp baktığımda, Boğaziçi yıllarımdan aklımda kalan birkaç ufak anekdottan birinin de 4 sene boyunca aldığım tek psikoloji dersinde derslerini keyifle takip ettiğim Prof. Dr. Falih Köksal'ın paylaştığı şu kısa hikaye olduğunu görüyorum:
Denizde iki genç balık yolda yaşlıca bir balığa rastlar. Yaşlı olan gençlere sorar: Su nasıl? Gençler şaşırır: Ne suyu?
Şimdi düşününce anlıyorum ki benim için Boğaziçi - en azından benim okuduğum 2010-2015 döneminde - bu hikayedeki su gibiymiş.
Bir parçası olduğum yıllarda - tabiri caizse - iyisiyle, kötüsüyle varlığının ve bu varlığın öneminin ayırdına var(a)madığım Boğaziçi, ben hayata karıştıkça ve Türkiye değiştikçe gözümde biraz daha büyümeye, adeta bir vahaya, bir nevi kurtarılmış bölgeye dönüşmüş.
2016'ya kadar rektörünü kendi seçen ve diğer adayların "Boğaziçi geleneği" gereği seçilen adayın atanabilmesi için adaylıktan çekildiği okulum...
Öğretim üyelerinin yüzde 90'ının katıldığı seçimde yüzde 86 oy alan Prof. Dr. Gülay Barbarosoğlu yerine seçimlerde aday bile olmayan başka bir Boğaziçi hocasının 2016'da rektör atandığını okulum...
Ocak 2021'de bir gece yarısı Cumhurbaşkanlığı kararıyla okulda belki de kimsenin adını bile duymadığı birinin rektör olabildiği okulum...
O günden bugüne yapılan tüm ayrımcılık, ötekileştirme ve nefret dolu açıklamalara, hedef gösteren, kıymeti kendinden bile menkul olmayan tüm o haberlere rağmen öğrencisiyle, mezunuyla, akademisyeniyle hala inatla ve inançla - hem ruhen hem bedenen - dik duran okulum...
Çevik kuvvet polislerinin girdiği, onlarca öğrenciyi darp ederek gözaltına alabildiği, kriminalize edebildiği okulum...
Evet. "Okulum."
***
Son bir buçuk sene içinde yaşananlara - ya da daha doğru bir ifadeyle - Boğaziçi'ne yaşatılanlara baktığımda bir kez daha görüyorum ki Boğaziçi benim için artık hem büyük bir öfke hem de sonsuz bir umut kaynağı.
Geçtimiz cuma günü okulumda olanlar karşısında, tek derdi var olduğu ve var olmak istediği haliyle kendisini ifade etmek, 9. Boğaziçi Onur Yürüyüşü ile bunu bir kez daha dile getirmek olan öğrencilere yaşatılanlar karşısında ise tarif edemediğim bir öfke içindeyim.
LGBTİ+ mıyım?
Hayır, değilim.
Bunun bir önemi var mı?
Elbette yok.
O günden bu yana önüme çıkan fotoğraflara, videolara baktıkça yıllardır içinde bulunduğumuz suyun yavaş yavaş ısıtıldığı bir ülkede yaşamaktan doğabilecek - ve aslında doğmaması gereken - kanıksamayı reddederek tekrar tekrar sormaktan, sorgulamaktan kendimi alamıyorum:
Bir insanın, bir toplumun var oluşunu yasaklayabileceğinizi nasıl düşünebilirsiniz? Hangi üniversite olduğunun, dünyanın ya da Türkiye'nin neresinde olduğumuzun hiçbir önemi yok. Kelime kökeni olarak "evren" (universe) ile aynı kökten gelen ve sırf bu tanım gereği bile çoğulculuğun mekanı olan üniversitede - ya da herhangi başka bir yerde - bunu nasıl yapabilirsiniz?
Bir insanı sırf olduğu kişi için, sırf kendisini ifade etmeye çalıştığı için cezalandırma, darp etme, gözaltına alma hakkını kendinizde nasıl bulabilirsiniz? Bu kadar büyük bir şiddeti, böylesi bir hukuksuzluğu herkes gibi, olduğu haliyle, olmak istediği haliyle yaşamak, bu toplumda var olmak, kabul görmek, içinden geldiği gibi sevip sevilmek isteyen insanlara nasıl reva görürsünüz?
***
Biliyorum, naif sorular, naif cümleler bunlar. Kimin neyi niçin ve nereden (siz, kimden diye okuyun) güç alarak kendinde hak gördüğü elbette açık.
Her gün rektörlüğe sırtını dönen akademisyenleri gördükçe içim ne kadar umutla doluyorsa tüm bu muameleyi gördükçe o kadar büyük bir dehşete ve umutsuzluğa kapılmaktan kendimi alamıyorum.
Belki dramatize ediyorum.
Belki de dramatize etmeliyim, bilmiyorum.
Ama içim acıyor.
Fakat hepsinden de önemlisi polis şiddetiyle, gözaltı hatta tutuklamayla karşı karşıya kalabileceğini bildiği halde varoluşunu, hak ve özgürlüklerini savunan öğrencileri, üniversite özerkliği ve akademik özgürlükler için yağmur çamur demeden her gün sırtını rektörlüğe dönen akademisyenleri, dünyanın her yerinden seslerini yükselten mezunları gördükçe böyle bir kurumun bir süreliğine de olsa parçası olmaktan gurur duyuyorum.
Selam olsun içinde bulunduğumuz suyun farkında olanlara ve daha fazla ısınmasın diye el birliğiyle çabalayanlara...
TIKLAYIN - Boğaziçi Üniversitesi'nde son bir yılın bilançosu
(SD)