N.Ç. davasında (mağdure için) iş işten çoktan geçti. Bundan sonra sonuç ne olursa olsun kendisi için adaletin tecelli etmesinin söz konusu olmadığını Radikal'de Pınar Öğünç'e verdiği röportajda da açıkça ifade ediyor zaten.
Olay gerçekleştiğinde 13 yaşında bir kız çocuğu olan mağdure artık 21 yaşında bir genç kız ve her şeyi geride bırakıp kendine bir hayat kurmak dileğinde. Bu hikâyenin en iyi tarafı da bu galiba: Mağdurenin yapılanları unutmadan (mümkün mü?) kendine çizdiği bir yolda devam edebilmesi.
Her gün en az bir kadının kocası, sevgilisi ya da ailesi tarafından katledildiği...
Sonunun bir cinnete ya da cinayete varacağını bildiği sistematik bir şiddete maruz kalan binlerce kadının can havliyle sığınacak yer aradığı...
Belli aralıklarla rutin şiddet ve aşağılamadan muzdarip milyonlarcasının öğrenilmiş bir çaresizliğe hapsolduğu...
Okulda, evde, sokakta ve televizyonda cinsiyetçi bir dilin, hiyerarşinin ve şiddetin tekrar tekrar yeniden üretildiği bir ülkede...
2002 yılında 26 erkek tarafından aylarca cinsel istismara uğrayan bir kız çocuğunun davasında olaydan sekiz yıl sonra (!) hüküm verilmesi ve tecavüzcülere verilen cezaların "ayıp etmişler, bir daha böyle bir şey yapmazlar" ayarında olması bize ancak (bir kez daha) nasıl bir ülkede yaşadığımızı gösterir. Ve 'adalet'i değil sistemi savunmak için tesis edilmiş bir hukuki yapının maskesini kaldırır.
***
Sabahattin Ali'nin Trakya'da katledilmeden birkaç ay önce yayınlanan son kitabı Sırça Köşk'te Çilli adında bir hikâyesi vardır. Bir Almanca öğretmeni yıllar sonra İzmir Kordon'daki bir denizci barında eski bir öğrencisiyle karşılaşır. Barda konsomatrislik yapan öğrencisinin adı Nigâr'dır, okuldaki lakabı ise Çilli, yani hikâyenin adı.
Nigâr bara uğrayan "hoca"sını tanır: "Beni tanımadın mı, Hoca?" der ona. Sallana sallana masasına gelirken sarhoştur. Sonra ayılıp Sabahattin Ali'nin hikâyesinin içinde kendi hikâyesini anlatır: Çocuğunu istemeyen adamın yanından ayrılmış, bir başına doğurmuş, bir başına büyütmeye çabalamaktadır. Ardından yine sarhoş olur, kalkar, masalara ve direklere tutuna tutuna yine yerine gider.
Ayıklık bir sahne ışığı gibidir hayata ancak içerek katlanan Çilli'nin hikâyesinde. Onu hayatta tutan tek şeye, hikâyesine, yani oğluna yaklaştıkça ayılır Çilli.
Tek başına büyütüp adam edeceği oğluyla birlikte bu kahpe hayata, bir gün karşılaşacağı o 'budala' babaya karşı kuracakları büyük bir cümle vardır: "Bak pezevenk, diyeceğim, doğmadı sandığın oğlun büyüdü, aslan gibi oldu. Ama seni bilmeyecek, sana baba demeyecek."
Çilli'nin kafasında kurguladığı bu naif intikam sahnesi ve final cümlesi dışarıdan bakınca pek trajik, pek uzak görünebilir, ama içeriden bakılırsa tek başına Çilli'nin yaşama tutkusunu üfüleyecek, onu hayat bağlayacak kadar kuvvetlidir.
Öyle ki, sanki yüreğinde çocuğunu istemeyen adama duyduğu o paslanmaz öfke, kafasında sürekli çeşitlediği bu intikam sahnesi olmazsa, Çilli bu hayatı yaşamaya dahi tenezzül etmeyecek, hemen oracığa yığılıverecek gibidir.
"Şiir yazmak için öfkeli olmak gerekir" derdi İtalyan şair Salvatore Quasimodo. Yaşamak ve başarmak için de önce öfkeli olmak lazım gelir çoğu zaman.
Kendime, Sabahattin Ali'ye bu hikâyeyi yazdıran şeylerden en kuvvetlisinin ne olduğunu sorduğumda yanıtım hep dışarıdan bu kadar kırılgan görünen muhayyel bir final sahnesinin bir insanı ne kadar güçlü yapabildiğini, nasıl ayakta tutabildiğini keşfetmenin şaşırtıcılığı oldu.
Ama bu yazıya girişmemin nedeni aslında hikâyede geçen bir başka cümleydi. Yazar Sabahattin Ali'nin ya da hikâyedeki emektar Almanca öğretmeninin o denizci barında gördüğü kadınlara dair şu cümlesiydi:
"Sarhoş olsun olmasın, bütün kadınların yüzlerinde, hareketlerinde ise: 'Aman yarabbi, ne zaman bitecek!' diyen bir ifade vardı ve bununla bu geceyi değil, bu hayatlarını da değil, her şeyi ama her şeyi kastettikleri belli idi."
İşte yazıya döküldükten neredeyse 65 yıl sonra hâlâ ara ara 'farkında olsun olmasın (yalnızca kadınların değil, kendimiz dahil) bütün insanların yüzlerinde ve hareketlerinde o anı değil, başka bazı anları daha da değil, her şeyi ama her şeyi kastettikleri "Aman yarabbi, ne zaman bitecek!" diye bir ifade'ye rastlarız.
Genelde çaresizlik, çökkünlük, yılgınlık, tükenmişlik anlarıdır bu anlar. Böyle anlarda bizi ayağa kaldıran şey ise hep gelecektir. Dışarıdan ne kadar naif görünürse görünsün içimizde gizil bir öfkeyi diri tutan bir final sahnesidir. Turgut Uyar'ın bir dizesine karşılık gelen ve kimselerle paylaşmadığımız "bizim bir gizli bildiğimiz"dir bu.
Ve bana öyle gelir ki, zinhar unutmadan, öfkeyi diri tutarak, kendi "gizli bildiğimiz" naif sahnelerden yine vazgeçmeden ama mutlaka birbirimize el vererek devam edersek, hepimizin yüzünde zaman zaman beliren o cümle yavaş yavaş evrilip her şeyi ama her şeyi kasteden bir "Aman yarabbi, ne zaman bitireceğiz!"e dönüşecek.
Öyle ki, yine bu dönüşümle beraber bizlere yaşama gücü veren o büyük final cümlelerimiz de tek tek kötü, alçak, korkak bireylere karşı değil; okulun, ailenin, televizyonun ve askeriyenin tedrisatına tabii tutarak kendi potansiyelinden habersiz, hemcinslerini rakip gören bu bireyleri üreten sisteme karşı kurulacak.
Böyle bitecek bu hikâye, başka çaresi yok. (BK/HK)