Mart'ı Nisan'a bağlayan gece yarısı yani tam olarak 1 Nisan'da yayınlanan bir reklam filmi sinirlerimizi tekrar yerinden oynattı. Gofret, çikolata, şeker markası olarak bildiğimiz firmanın ürünlerinin, dünya şaka gününde yasa dışı faaliyetlere bulaşabileceğini kimse hesap edememişti. Ardından gelen videolarda yakılan gofretler, asılan bisküviler, birkaç hafta önce Hollanda ile olan krizde bıçaklanan zavallı portakalların kaderini paylaştı...
Kaderimize düşen ve varoluş gücümüzü sınayan böylesi fantastik, böylesine korku ve şiddet dolu iklimde hüznümüzde boğulmak yerine sanata mı başvursak? Edip Cansever’in dediği gibi “Umudu dürt, umutsuzluğu yatıştır”a en çok ihtiyaç duyduğumuz zamanlar ne de olsa. Acının ve korkunun zehrini atmak, umut zerk etmek için şu zamanda sanatın ve ütopyaların gücünü azımsayacak kadar lüksümüz yok.
Bakırköy Prof. Dr. Mazhar Osman Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalıkları E.A. Hastanesi Travma Terapisi Birimi toplantılarına geçtiğimiz günlerde müzisyen Cem Ergin ile birlikte konuk olan Yrd. Doç Dr. Nevin Eracar, travma tedavisinde sanatın kullanımına ilişkin bir atölye çalışması gerçekleştirdi. İlgili mesleklerden profesyonellerin katılımıyla yapılan çalışmada, travmada psikodramatik teknikler konusuna değinilirken, keman ve flütle yapılan grup çalışmasının yaydığı iyilik halini sözle anlatmak pek mümkün değil.
Bu alanda yılların tecrübesine sahip olan Eracar’ın cümleleri ile sanatla terapinin ne olduğunu öğrenerek konuya giriş yapabiliriz:
“Sanatla terapi; sanatın bir dışavurum ve onarım nesnesi olarak yer aldığı psikoterapi uygulamalarıdır. Özellikle söze dökülmesi güç olan anı ve yaşantıların, psikolojik travma yaratmış olan durumların sözlü olarak ifade edilmesi oldukça güçtür. Travmaların ele alınışında danışanın sanat unsurlarıyla ifade ettiği içerik, danışanla birlikte terapist tarafından anlamlandırılır. Boşalım (katharsis) ve rahatlama sağlanabilir. Bunun yanı sıra ortaya çıkan renkler formlar, sesler, ritmler ve/veya hareketler dışavurum sırasında değişime ve dönüşüme fırsat yaratır. Böylece sanatın ifade gücü ile ağır travmatik yaşantıların anlatılmadan anlaşılması sağlanırken yine sanatın bazen eğlenceli bazen keyifli etkileriyle duygusal dönüşüm ve onarım sağlanır.”
“Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar”
Dünyada ve ülkemizde uygulanma sıklığının artması konusunu açıklarken de şiirden yararlanıyor Eracar:
“Ülkemizde ve dünyada sanatla psikoterapi/ sanat terapisi uygulamalarına ilgi artıyor. Dünyamız büyük şair Akif’in kullandığı şiir diliyle ‘Medeniyet denilen tek dişi kalmış canavar’ tarafından hızla yorulmakta ve tüketilmekte. Bir yandan konfor içinde yaşamaya arzu duyarken öte yandan güç ve egemenlik ve tabi ki zenginlik için savaşan insanlık, bu suçların ve acıların travmatik etkilerine de maruz kalıyor. Refahımız artarken yüklerimiz de artıyor. Savaşlar, göçler katliamlar, iklim değişimi, depremler ve diğer afetler dünyamız eskidikçe daha çok yaşanıyor. Bu yüzden sanatla terapi ihtiyacı da artıyor.”
Sanatla terapiyi “Elime alırım boyayı, ben de onlar kadar güzel resim yapabilirim” mantığı ile açıklamak ise ancak mizah olabilir. Bu alanda çalışmak ya da eğitici olmak için standartlar var:
“Uluslararası psikoterapi standartlarına uygun çerçevede yetişmiş ve çalışabilme yetkinliği olan ve sanatla teması olan herkes bu alana yönelebilir. Dünyada ve ülkemizde sanat terapilerinin öğretildiği çeşitli programlar var. Ülkemizde ilk olarak Uludağ Üniversitesi ve Aura Psikoterapi Sanatla Tedavi ve Eğitim Merkezi işbirliği ile 2004’te başlayan eğitim halen sürüyor. Yeni eklemeler ve düzenlemelerle 540 saati bulan bu eğitimin içinde sanatla uygulamalı bölümler ve kuramsal modüller var. Uygulamalı projelerle mezuniyet sağlanan eğitimde her sanat dalından sanatçı ve akademisyenlerle de işbirliği içinde çalışılıyor. Uygulamalı mezuniyet projeleri sayesinde pek çok sağlık eğitim ve gelişim projesi gerçekleşiyor. Gerek klinik ortamlarda gerek eğitim kurumlarında ve sivil toplum kuruluşlarında çeşitli projeler yürütülüyor. Sanatın her alanı psikoterapi amaçlı olarak işlevseldir. Hangi sanat dalı ile ve nasıl çalışılacağı terapistin seçimidir öncelikle. Kendi sanatsal yatkınlığı ve yetkinliği, çalışılacak problemin niteliği, danışanın özellikleri, yer ve zaman gibi koşullara göre çalışma yetkinliği ve tabi ki terapistin yaratıcılığı önemli.”
“Terapi olabilmesi için ortaya çıkan etkiler hakkında konuşmak gerekir”
Sanatla terapi gören hastalar dışında sanat eserlerinin iyileştirici gücünden de bahsetmek gerek.
“Sanat eserlerinin gücü, izleyen üzerinde bıraktığı etki ile eş değerdedir diyebilirim. Bu etki eğer sanat tekniğine ilişkin ustalık hakkında bir etki ise daha çok bilişsel düzeyde bir sevgi, saygı ve hayranlık yönündedir. Eğer sanat tekniği değil de iç dünyada bazı duygu ve çağrışımlara yol açıyorsa bu durumda iyileştirici bir etki düşünebiliriz. Sanatın iyi hissettiren, merak ve ilgi uyandıran, heyecanlandıran yönü rehabilite edicidir diyebilirim. Ama terapi olabilmesi için ortaya çıkan etkiler hakkında konuşmak gerekliliğini vurgulamak isterim. Yani sanat aracılığıyla, iç dünyada ve bilinç dışında olan bilinç öncesine çağırılmakta, çağrışan anı ve yaşantıların günlük yaşam pratiği, semptomlar ve psikolojik savunmalarla bağlantıları hakkında denklemler kurulabilmektedir.”
"Hastalıktan sanat doğuyorsa ne demeye tedavi ediyoruz?"
Bu başlık, Türkiye Psikiyatri Derneği Başkanı Prof. Dr. Timuçin Oral’ın, bir sunumuna ait.
Açık Radyo’da geçtiğimiz dönem yayınlanan ve Dr. Şenol Ayla ile birlikte hazırladıkları “Sanat Uzun, İlham Sonsuz” isimli, sanat üzerine ruhsal sohbetlerin yer aldığı radyo programının önemli bir bölümü de, yaratıcılık ile ruhsal hastalıklar arasındaki ilişki üzerineydi.
Timuçin Oral’ın kongre sunum başlığını Nevin Eracar’a iletiyorum:
“Timuçin Beyin konuşmasını dinlemedim, bu yüzden tam olarak onun fikirleri hakkında olmayacaktır sözlerim, ama hastalık sanat yeteneği ve becerisinden ayrı bir durum. İnsan hasta ise sanatçıdır diyemeyiz veya sanatçı hastadır da diyemeyiz. Ayrıca sanatın hastalıktan doğduğunu hiç düşünemiyorum. Sanırım bir vurgu amaçlıdır bu sözleri. Bir paradoksa işaret etmektedir. Hana Segal, sanatın insanın erken gelişim dönemlerinde yaşayıp aşamadığı (preoedipal dönem) bazı savunmaları onarıcı gücünden söz etmektedir. Saldırgan, yırtıcı, şiddet unsurlarını barındıran ilkel savunmaların sanata kaynaklık edebilmesi hastalığa karşı onarıcı bir sürecin varlığına işaret eder. İçe atılmış acı ve ağır yaşantılar uygun bir dışa vurum yolu bulamaz ise semptomlar ve hastalıklar baş gösterebilir. Yani hastalığı yapan sanat değil sanata dönüşemeyen ilkel ve patolojik savunmalardır. Bu yanıyla sanat bir bakıma hastalığa karşı –belki kısmen- koruyucu bir kalkan olabilir.”
Yurt dışında bir kongrede olduğu için soru hakkında kısaca değerlendirme yapan Timuçin Oral da bu ifadeyi doğrulayarak:
“Ben, içerik olarak, bazı hastalıkların (bipolar bozukluk gibi) yaratıcılıkla yakından ilişkili olduğunu ama birinin diğerini doğurma düşüncesinin doğru olmadığını anlatan bir konuşma yapmıştım” diyor. Sanat, yaratıcılık ve ruhsal hastalıklar konusundaki ilişkilerin değerlendirildiği programı dinlemek isteyenler, Açık Radyo’nun arşivinden kayıtlara ulaşabilir. (43. Yayın Dönemi: 25 Nisan 2016 - 23 Ekim 2016 arşivi)
Kitap önerisi“Sözden Öte: Sanatla Terapi ve Yaratıcılık” Dr. Nevin Eracar - 3P Yayıncılık Kitaptan alıntıSanat hınzır ve utangaç bir dışavurumcudur Sanatçının dünyası hem derin duyarlılıklarla içe atılmış yaşantıların hem bilinçli bir arzu ile öğrenilmiş ifade araçlarının organik bir buluşmasıdır. Sanat objesinin taşıdığı güç, onu ifade eden sanatçının iç dünyasında var olan ifade arzusunun yoğunluğundan gelir. Bu yoğunluk gereken yaşantıların yaratma sürecini tamamlaması ile ortaya çıkan paylaşma isteğidir. Bir bakıma diyebiliriz ki; bir isyanı bir arzusu bir tepkisi bir meselesi olmayan hiçbir sanatçı yoktur, kısaca sanatçı eseriyle bir şeyleri söylemek bazen haykırmak arzusundadır. |
(AT/HK)