*Görsel betimleme: Fotoğrafta, birçok sosyal medya ve internet uygulamasını temsil eden simgeler ve çeşitli renkler iç içe geçmiş şekilde gösterilmiş. Arka planda Instagram, YouTube, Facebook, Tumblr gibi platformların logoları bulunuyor. Bu logoların üzerine müzik notaları, hoparlörler, konum simgeleri ve renkli grafik desenleri eklenmiş. Sol tarafta kısmen görünen bir yüz, mavi bir göz ve renkli boyalarla kaplanmış bir yanak ile yer alıyor. Sağ tarafta ise bir el, ekranda "YouTube" logosu olan bir akıllı telefonu tutuyor.
“Batman’da tarihi Hasankeyf Kalesi’nde bir araya gelen 16 erkek, kadın cinayetlerine dikkat çekmek amacıyla pilates yaptı.” yazıyor haber sitesinde. İlk okuyuşta idrak edemiyorum haliyle. Sözcüklerin arasında bir yerlerde gözden kaçırdığım bir neden-sonuç ilişkisi olmalı. Bir daha, bir daha okuyorum. Bundan daha garip en son ne okumuştum diye düşününce bu ekolden bir sürü haber üşüşüyor zihnime.
İlkin “İstanbulkart’ının bakiyesi yetersiz çıkınca yangın tüpünü çalıp kaçtı” haberi geliyor. “Metro, metrobüs ve otobüste boşalan koltuğa hemen oturmayın. Orada az önce oturanların duygularına oturmuş olursunuz.” diyen uzman, “Bir erkek hanımını gerçekten çok özlediyse orucunu hanımıyla açabilir” diye buyuran din âlimi gibi bir sürü imge var artık gözümün önünde. Bunlar yetmezmiş gibi, kendine led ışıklı, müzik çalar kirpik taktıran kadının haberi adeta bir güneş gibi arka fondan yükseliyor. Terör dediğin illa topla tüfekle, bombayla olmuyor işte. Al sana bombardıman. Çevrimiçi terörü bunun adı!
İyi ki insan beyni, bedenini korumaya odaklı, Avrupa’dan gelen milyonlarca ton çöpü kendi toprağımıza, suyumuza, havamıza döktüğümüz, dünyanın çöp tenekesi sıralamasında birinci olduğumuz haberini ya da birçok ülkeyi içeren bir araştırmanın sonuçlarına göre çocukların hapishane mahkumlarından daha az dışarda vakit geçirdiği haberini okuduğumdaki dehşet duygumu hatırlamaya çalışıyorum.
Yeni zamanlar feci yoruyor insanı. Her köşeden çıkıveren, sürekli parmağını yüzümüze doğru sallayan gönderiler, fragmanlaşan gerçekler, kişiselleşen doğrular derken bir de bu türden uyaranlarla uğraşıyoruz.
Kimi platformda sembollerle kimlik inşa ediyoruz. Profil fotomuzun bir kenarına iliştiriverdiğimiz sözler, görseller ile “biz” duygusunun o güvenli sığınağında nefes almaya çalışıyoruz. Kiminde vücudumuzun her parçasını bir heykeltıraş gibi yontuyor, bir ayağı çukurda olan beden algımızı hepten kaybettirecek filtreli fotoğraflarla çaresiz salvolar yapıyoruz. Kiminde on parmağımızda on kara, karşımıza biri çıksa da hep beraber üzerine çullansak diye fırsat kolluyoruz.
Kaçış yok! Üstümüze kilitlenmiş bir korku evi gibi hayat bazen. Sözcükleri unutmak daha kolay, görüntüler hiç gitmiyor zihinden. Usandık üzülmekten.
Haberleri hızlıca tüketip bir sonraki habere geçiyoruz. O kadar çok şeye tepki vermemiz gerekiyor ki artık ayırt etme yeteneğimizi kaybetmek üzereyiz. Her şeyi görüp hiçbir şeye tepki gösteremediğimiz duygusal bir felç halindeyiz.
Sosyal medyanın artık diğer insanlarla bağlantı kurma amacının çok ötesinde bir “hiper gerçeklik metropolü” olduğunu düşünürken Georg Simmel geliyor aklıma. Daha doğrusu, onun metropol tipi birey üzerinden yeni toplumsal yapıyı tanımlamak için yazdığı 1903 tarihli ünlü “Metropol ve Zihinsel Yaşam” makalesi geliyor.
Yüzyıl önce yazdığı makalesinde “Şehirler aynı zamanda dünyadan bezme tavrının da gerçek mekânıdır.” diyor Georg Simmel, cep saatlerinin yaygınlaşmasından dem vuruyor. Akıllı telefonları ve sosyal medyayı görse ne derdi acaba diye düşünüyorum. Sürekli, hızlı, tekrar eden, her yerde kötü bir anı gibi ha bire karşımıza çıkan uyarıcılar, haberler, videolar, klipler yüzünden dünyadan sahiden bezerdi kesin.
Simmel, metropol insanının bıkkın, yılgın, donuk tutumunu “blasé” kavramı ile tanımlıyor. Ona göre, sürekli, hızlı ve zaman zaman çelişen uyarıcılara maruz kalan insanın sinirleri o kadar uzun süre tepki vermeye zorlanınca sonunda tepki üretemez hale gelir. Türkçeye “Kayıtsız tutum” olarak çevrilebilecek “Blasè attitude” size de tanıdık geldi değil mi! Bu kayıtsız tutumun özünde şeyler arasındaki ayrıma karşı duyulan hissizlik var.
Yeni zamanların yeni insanı hem yalnız hem görünmez. Öyle derin bir yalnızlık ki bu, milyonların hazır olduğu sosyal medya platformlarında sanal bağlarla giderilecek gibi değil. Bir yüzyıl önce metropoldeki yaşamı tanımlamak için kullanılan “bıkkın/kayıtsız tutum” şu anda milyonların yaşadığı tek yerde, yani sosyal medyada hükmünü sürüyor. Metropol artık sosyal medya. Merak edip baktım, Sirkhet Danışmanlık’ın verilerine göre şimdilerde Türkiye’deki toplam sosyal medya kullanıcısı 57 milyonu aşmış durumda. Hepimiz o koca sosyal medya metropolünde yaşıyoruz artık.
Paratoner gibi aşırı yüklendiğimiz gönderiler, hiper-gerçek görseller, illiyet ve akıldan yoksun haberler, hülasası yaşadığımız bu “aşırı uyarılma döngüsü” karşısında kayıtsız olmaktan başka çaremiz kalmıyor bazen. Duygusal olarak tükenmemek için “ilgisizleşiyoruz”.
Hakkımızda her şeyi bilen ve bizi sürekli cezalandıran korkunç bir ebeveyn gibi sosyal medya. Hem herkes gibi olup hem de kimseye benzememe gibi saçma sapan bir çabadan yorgunuz aslında hepimiz. Üstelik her yerde dijital parmak izlerimiz, etrafımızı dört bir yandan saran algoritma var. Önüm arkam, sağım, solum sobe!
İşin dijital iz kısmı daha evlere şenlik. Yani sadece gönderilerle ya da beynimizi istismar eden haberlerle bitmiyor eziyet. Derdimi şöyle özetleyeyim, mesela altı ay önce internet üzerinden aldığım bir gecelik sonrasında ekranımın son altı aydır “başlangıç seviyesinde bir iç çamaşırı sapığı” gibi donatılmasını istemiyorum. Çok mu! Ya da geçenlerde aldığım terlik yüzünden orta halli bir terlikçiye yetecek kadar terlik görseline maruz kalmam sadece benim sorunum mu sahiden!
Başka bir çağdayız artık biliyorum. Benim jenerasyonumun doğruları yavaş yavaş buhar olup havaya karışıyor. Dün doğru bildiğimle bugün suçlanıyorum. Olsun varsın. Hayatın kanunu bu, her şey değişecek elbette. Her yeni nesille yeni bir insan gelecek.
O yüzden, yeni zamanların bayrak gibi dalgalandırdığı bu özgürlük yanılsaması hakkında iki çift laf edip huzurdan ayrılacağım izninizle. Hepimiz hem özgür olduğumuzu söylüyor hem de bundan şikâyet ediyorsak ortada doğru gitmeyen bir şeyler var demektir. Psikiyatride bir kişinin diğerinin eylemini tekrarladığı bir tür bozukluk var; “folie e deux”. Yaşam da tıpkı bunun gibi milyonların birbirini taklit ettiği bir delilik biçimi performansına dönüştü sanki.
Sosyal medya kullanmaya imkân sağlayan teknolojik araçlara sahip olabilenler için her yer metropol artık. Sürekli iç ve dış uyarıcılarla dolu bir hayatın göbeğinde delirmemek için hissizleşmeye çalışmaktan daha acıklı az şey biliyorum. Bizler bu deliliğin hem iş birlikçisi hem kurbanı hem de failiyiz.
Yaylım ateş altında etrafta olan bitene karşı hissizleşmekten başka çaremiz yok mu? Var elbet. “Bize düşen görev suçlamak ya da bağışlamak değil sadece anlamaksa” artık hepimizin özgür olduğu yanılsamasından kurtularak başlayabiliriz pek âlâ. Kendi dünyamızı, kendi sınırlarımızı belirlerken neyi içeri alıp neyi dışarda bırakacağımıza dair biraz daha uyanık olabiliriz. Sistemin hatasız işlemesinde sadece kurban değil, aynı zamanda fail olduğumuzu görebiliriz.
Bir yüzyıl önce “Modern zihin giderek daha çok hesapçı hale gelmiştir.” diyen Simmel’i sağ yanıma, “Hasta bir topluma iyi uyum sağlamış olmak sağlık ölçütü değildir” diyen Krishnamurti’yi sol yanıma alıyor, bilgisayarın düğmesini kapatıyor ve arkadaşlarımla buluşmaya gidiyorum. “Oh be hayat varmış” demek için!
(AA/AS)