6 şubatta yitirdiğimiz usta tiyatrocu macide tanır, 2000 yılında yayımlanan yaşam öyküsünü anlattığı kitabına "tiyatronun cadısı" adını vermişti. bunun nedeni sorulduğunda tiyatro çevresinde kendisi için zaten böyle denildiğini, çünkü kolay beğenmediği ve eleştirilerini açık açık söylediğini belirterek; kendisine "tiyatronun duayeni" yahut "tiyatronun yaşayan efsanesi" denmesindense böyle söylenilmesini yeğlediğini söylemiş.
hemen hemen çoğumuzu, çocukken "cadı", "hortlak" ve "şeytan" korkusuyla terbiye etmeye çalışan birileri olmuştur. ben de pek çok hikaye anımsıyorum bu kavramlara dair.
o zamanlar korktuğumu anımsıyorum ama, sonrasında, "cadı" kötü korkulan bir şey olmadı benim gündelik yaşamımda. "şeytan"ı bir inanç sistemine bağlı olmayı ve ona inanmayı reddettikten sonra zaten yok saymıştım. benim için yalnızca "düşleri geliştiren fantastik" bir olgudan öteye gidemedi hiç! "hortlak" ise yalnızca korku filmlerinde sınırlı bir hayali yaratıktı.
ama "cadı"lar biraz da "deli"lerle birbirine karışarak hep çevremde var olmayı ve dolanmayı sürdürdü. benim için hep "makbul", "doğru", "iyi" ve "sevilesi" kadınlardı onlar.
bazıları kendilerine böyle diyen, denmesinden hoşlanan insanlardır. hemen hepsi için de başkaları, olumlu ya da olumsuz vurgular kullanarak "cadı" diye adlandırılmışlardır.
bana göre "cadı" ortalamadan, olağandan, normalden ayrı, farklı ve içinde olduğu toplumda hep "öteki" olan ya da biraz "ötede tutulan" insanlardır. hemen çoğu saygıyla karışık bir korkuyla anılır ya da var olduklarında öyle davranılır.
benim "cadı"larımın hemen tümü, "doğruları söyleyen", "hep iyi ve doğru şeyler yapan", "yaşama bir biçimde müdahale edip iz bırakan", "kimsenin aklına gelmeyecek şeyleri akıl eden, düşünen veya söyleyen" dolayısıyla da her zaman ufkumu açan insanlardır.
bu özellikleri onların, benim yaşam felsefe ve kuramıma göre insanın evriminde şimdi bulunduğu rolü ve yükümlü olduğu "işlevi" yerine getirme açısından en ileride ya da önde olan kişiler olması anlamına da gelir.
cadılar ve cadılığın geçmişi
evrensel bilgi kaynağı vikipedi genel olarak benim düşündüklerime koşut şeyler söylemiyor.
"cadılar; kötüdürler, olumsuz ve yıkıcıdırlar. mistik bilimlere dair uzmanlıkları inanılmaz güçlerle donatır onları. olayların akışını ve insanların hayatını, zarar vererek değiştirebilirler. amaçları çok büyük bir zenginliğe ulaşmaktır. bu da, sadece diğerlerine zarar vererek elde edilebilir. onlara bir şekilde ters düşmüş kişilere acı çektirebilir, hastalık verebilir, hatta öldürebilirler... topluluk olarak yaşayan kadın gurubundan oluşur ve black queen (kara kraliçe) olarak adlandırılan, kötülüğe büyük yeteneği olan cadı, sihir uzmanı liderleri vardır. bir cadı topluluğundaki bir cadı kadının, kraliçe olması için, sihir gücünün diğerlerinden yüz kat güçlü olması gerekir. yılanda olduğu gibi, topluluğa güç veren şey, kraliçedir, güç liderde, baştadır. lideri olmayan bir topluluk başsız kobra gibidir; güçsüz ve zararsız..."
insanlığın evriminde "büyü" yalnız fiziksel olarak insanlığın varlığı ve gelişimi için değil, aynı zamanda düşünce, bilinç, bilim ve sanatın da türediği en önemli olgulardan birisidir. bunu yapabilme gücüne sahip "büyücüler" bugün dinin, bilimin ve sanatın uygulayıcılarının atalarıdır aslında.
sınıflı toplumların ortaya çıkmasından sonra da "büyü" her anlamda ve her yerde, çeşitli biçimlerde kullanılan yararlanılan bir unsur olmuştur. yine vikipedi'de yer verilen şu latince ibare en geniş anlamıyla, her zaman akılda tutulmalıdır:
"quoddam ubiquae, quoddam semper, quoddam ab omnibus, creditum est! / sihir her yerde, bütün dünyadadır. bu bilinen bir gerçektir, her zaman!"
"güzel gözlü insan"
eski dilde "güzel gözlü insan" manasına da geldiği söylenen (benim cadılarımın da hepsinin gözleri güzeldir, ama o güzellikleri onlara güzel bakanlar görür), "cadı", dilimize farsça'dan girmiş. bazı yörelerde "cazı", "cazu" da deniyor. yine karadenizde batıda "maji" olarak bilinen "büyü" sözüyle akrabalığı olan "mayısa/mayisa" da aynı anlamda kullanılıyor.
türk dil kurumu sözlüğünde yer verilen ilk anlam "geceleri dolaşarak insanlara kötülük ettiğine inanılan hortlak"tır. ikinci anlamı ise, "kötülük yaparak başkalarına zarar veren kadın ya da erkek"tir.
bir egemenliğin olduğu tüm toplumsal yapılarda tanımlar ve anlamları daima "egemenler" tarafından ve kendileri açısından üretilir ve yayılır. buradaki "kötülük" hem anlam olarak "ne", hem de "kimin için" sorularıyla birlikte ele alındığında bu daha farklı düşünüleceği açıktır. bu tanımlar ve kavramların hemen hepsi aslında bir "çıkar/yarar" temelinde kullanılan ve yayılan kavramlardır.
cadılığın ekonomi politiği
bazılarına göre cadılık denen şey; dul kadınların 15. ila 17. yüzyıl arasındaki zor yaşam koşulları altında yaşayabilmesi için yaptıkları zoraki bir meslektir. var olmasının ana sebebi de ekonomiktir. 18. yüzyılın ortası itibarıyla cadıların yerini falcılar almıştır diye düşünenler de vardır.
"cadı" nitelemesini onun bizatihi kendi gerçekliğinden öte, ondan söz eden, kullanan kişi, kesim, taraf ve sınıflar açısından hangi anlamlarda kullanıldığına bakmak gerekir.
yerini kuvvetlendirmek ve halkı sindirmeye çalışan egemenler "cadılık" kavramını kullanarak, bilimi ve adaleti savunan insanları suçlayıp sindirmek için kullanmış ve sembolleştirmiştir. bu sembolün halk üzerinde oluşturduğu dini etkiden yararlanılmış ve aykırıların toplumdan ayıklanması için kullanılmıştır. günümüzdeki kimi örneklerde (papua yeni ginesi, şubat 2013) de görüleceği gibi, avrupa'da ve amerika'da binlerce insan cadılık ve benzeri suçlardan diri diri yakılmıştır. üstelik bu tür uygulamalarda halk da bu sürece aktif olarak dahil edilmiştir.
bir sistemi savunan, koruyan ve onun sürmesini isteyen tüm "egemenlik" unsur ve araçları "cadı"lığa karşı durur. örneğin islamiyet, hristiyanlık dahil hemen tüm dinlerde "cadılık" ve "büyü" kafirlik, şeytanilik, tanrıya şirk koşmak, din dışılık, küfür, inkârla eş tutularak reddedilmiş, kovulmuş ve cezalandırılmıştır.
şu alıntı bunu en iyi anlatan metinlerden bir tanesi:
"özellikle hızla hristiyanlaştırma işleminin yürütülüşü sonucunda yeni gelişen feodalite eski mülk sahiplerini sık sık büyücülükle ve cadılıkla itham ederek devlet kuvvetleriyle ortadan kaldırabiliyordu. şarlman, imparatorluğu içinde çok sıkı bir haber alma örgütü kurmuştu. her taraftan gelen ihbarlar kolaylıkla değerlendiriliyor ve böylece yeni düzenin, imparatora ve onu himaye eden kiliseye sadık kimse ve ailelerin kadrolaşmasına çalışılıyordu. putperestlik, cadılık ve büyücülük bu kadrolaşmanın en kolay bahanesiydi.
"kilise bu konuda cadılık ve büyücülüğü, bazen eski putperest inançların yürütülmesi olarak, fakat çoğu zaman da şeytanla gerçek işbirliği olarak mahkum ediyordu. ama genellikle kilisenin tutumu, mensuplarını cadılık ve büyücülük gibi halk inançlarına karşı uyarmak ve korumaya çalışmak şeklindeydi."
tarihte cadı avının en çok yapıldığı dönemler ise genellikle toplumsal dönüşüm dönemleri olmuştur. bu dönemlerde hemen her zaman egemenlik ve mülk/zenginlik el değiştirmiştir. üstelik bu "avlanmaların hepsi" sistem içinde, sistemin resmi ve meşru araçlarıyla, yasa ve hukuk kapsamında yapılmıştır. (1915 ermeni soykırımı, 6-7 eylül olayları, 1980 darbesi, şimdi çıkarılan 'terörün finansmanı yasası' vb. kimi uygulamaları bu açıdan da gözden geçirmekte yarar var.)
üstelik burada her ne kadar kavramsal olarak bir "erkeğin de cadı" olabileceği gibi durumdan söz edilse de aslında tüm kullanılışlarında bu kimliğin verildiği cinsin "kadın" olması, aslında pek çok kadının da bu özelliği içerdiği tüm unsurlardan an azından herhangi birisi açısından benimsemesi ya da kabul etmesi, aslında başka bir egemenliğin, "erkek egemen sistemin", kadın üzerinde kendisini var etme mücadelesi olarak da düşünülebilir.
sadece bu bile "cadı"lığın aslında en azından yeniden düşünülmesi ve tanımlanması gereken bir yanını oluşturur bence. hele hele günümüzde özellikle yaşadığımız bu coğrafyada sürdürülen, yine çıkar amaçlı bir "cadı avı"nın ulaştığı durum itibariyle bu bir zorunluluk haline geliyor. tüm bu nedenlerle "cadı"ları severim.
"prinkipo'da bir arayışın romanı"
"onu biricik seçtiler,
iskele meydanında toplananların arasında,
birbirlerine bir sırrı korurcasına sokulmuş 'eskileri' gördüm
"gördün" dediler
"gördüm" dedim
olacakları görmek, öleceklerin önüne geçmek değildir ki."(s. 64)
"eskiler... belki ada kadar, hatta adadan bile daha derin, daha gizemli bir vurguyla dillenen o meşum kelime... eskiler... benim aklımca onlar büyülülerdi işte, 'eskilerdi'."
oylum yılmaz "büyülü eskilerin" peşinde bir yeni yazar. o romanında aradığı ve sonunda bulduğu "eskileri" yazıyor.
"eskiler", en azından bazıları yaşamımızda da zaman zaman bir görünüp bir kaybolan "cadı"lar.
oylum yılmaz'ın "cadı / prinkipo'da büyülü bir arayış" adlı romanını o cadılara dair yukarıda paylaştığım düşüncelerin eşliğinde, acaba 'o da bunları yakalamış mı' sorusunun yanıtını arayan bir merakla severek okudum.
oylum yılmaz'la gümüşlük akademisi'nde tanıştım, romanından da o zaman haberdar oldum. duyarlı, aklı başında, bilgili, içten, güzel ve sevilesi bir insan oylum.
birçoklarımız gibi istanbul'un dağdağasından ve sıkıntılarından kaçıp bodrum'un doğaya daha yakın köşelerinden birisine sığınmış. asıl işi yazmak. kitap eleştirileri ve yazıları yazıyor; "cadı" ise onun ilk romanı. bence herkesin okuması gereken bir roman.
roman ilk yayınlandığı zaman, yaklaşık bir yıl önce biamag'da gülengül altıntaş'ın kaleminden "bembeyaz bir kahkaha" başlıklı bir yazıda çok iyi bir şekilde değerlendirilmiş ve anlatılmış.
romanda anlatılan hikâyeden de, hikâyenin seyrinden de söz etmeyeceğim bu yüzden. ama okuyan ve okuduğuna dair zaman zaman yazan birisi olarak kişisel okuma notlarıma kaydettiğim şu değerlendirmeyi paylaşayım:
'keşke 111 sayfada bitirmeseydi'
"cadı"nın bir roman olarak hiçbir eksiği yok. bitirdiğimde 'keşke 111 sayfada bitmeseydi' dedim. geçen gün bir arkadaşım beğendiği başka bir kitap için inceliği yüzünden neredeyse sayfa sayfa okuyup ara verdiğini söyledi. bitirdiğimde benim de hissettiğim aynısıydı. çünkü 'cadı' ise tadı damakta kalan ama sofraya küçük bir porsiyon olarak getirilen, ama devamı olmadığı da baştan söylenen bir harika yemek gibi. roman en az 350-400 sayfalık bir roman malzemesine ve unsuruna sahip. okuduğumuz 111 sayfa içinde hiçbir fazla yok; her şey olması gerektiği kadarıyla yerli yerinde ama 350 sayfa olsaydı da yine herhangi bir fazlalık hissedilmezdi.
o yüzden kitaba dair bu düşüncemde ısrarlıyım: romanın "sır/giz" olan yerlerine çok değmeden yan olaylar biraz daha açımlanabilirdi. yazarın içinde bir üçüncü ses -ki romanda yer yer var aslında- dış gerçeklik ve onun etken ve belirlemeleriyle, romanda anlatılan iç gerçekliğe dair ayrıntılarda çeşitli değerlendirmeler yorumlar yapılabilirdi.
insanın iç dünyasının, toplum içinde doğa üstü güçlere atfedilen, vehmedilen kimi unsurların aslında nasıl insanın içinden çıktığı, sonra toplumsallaştığı daha ayrıntılı ve derinlemesine anlatılabilirdi. o zaman romanda aslında biraz "flu" kalan insanın iç değişimi ve bunun gerçek hayattaki karşılıkları, yalnızca yazar, roman kahramanı ve orada anlatılan gerçeklik bağlamında kalmaz, okurun da kendi dış ve iç gerçekliğini, kendisinin görmesi bakımından bir olanak sağlayabilirdi.
aynı şey olayın içine giren kişiler biraz daha derinlemesine ve ayrıntılı anlatılarak da yapılabilirdi bence. 'ibrahim', 'ferman', 'derin', 'çiğdem', 'madam bebeka' ve diğer roman kahramanları, eski 'natüralist dönem' romanlarına benzer biçimde daha ayrıntılı ve kanlı-canlı işlenebilirdi. başkanın vurulması ve dükkanların yağmalanmasına dair daha ayrıntılı verilebilir, sonrasında bir 'klasik' roman ortaya çıkabilirdi.
oylum yılmaz muhtemelen 'bu kadarı yeter!' diyecek, çünkü onun 'kılı kırk yaran eleştirelliği' yüzünden birçok şeyin yazılıp atıldığı ve bütününün kısaltılmış olması çok olası. ama en azından benim gibi ortalama okurlar için, kitabın verdiği hazzı çoğaltmak ve uzatmak da her yazar gibi onun görevlerinden birisi bence. çünkü bir yazın yapıtı, okura ulaştığı ve onda uyandırdığı duygu ve düşünceyle varolur.
bunları belirtiyorum, çünkü oylum yılmaz'ın bu potansiyelde bir yazar olduğunu düşünüyorum. halen yazmakta olduğu ikinci romanı da bence bunu kanıtı olacak.
ses, sessizlik ve söz'e dair
bu arada benim için başka bir "cadı" olan şair aynur uluç'la uzun süredir kafa yorduğumuz, "ses", "sessizlik", "söz" ve "yalan" kavramları çerçevesinde insan türünde, cins kimliğe koşut olarak gözlenen değişimlere dair birkaç cümle de var kitabın içinde, bunu orada görmek de beni mutlu etti. üstelik bu konuda onunla da konuşma sözü aldım.
şöyle diyor sevgili oylum:
"açık kalmış tek penceresinden içeri kuvvetli bir rüzgâr esti, rüzgâr, dışarıda hâlâ anlatılmamış öykülerin zalimliğinin kol gezdiğini hatırlatır gibi esti. gözlerimi kapadım, ferman'ı yalnız nefesinden ve ellerinin sıcaklığından tanımak istedim. artık söz olmasın dedim, artık sözün olmasın. tereddütsüz bir an'ın sözü olmaz, olsa olsa yalnız bir ses, belki bir şarkı. ama söz olmaz.
"sonra sesler aldı her yerimi, saçlarımdan ve kalçalarımdan rüzgâr gibi aktı ferman'a geçti, göze görünmeyen odayı doldurdular, boşluksuz. seslerde boşluk yoktu belli, durmak yoktu, durmaya gerek yoktu. derken hepsi birden kesildi, bir gecenin şarkısıymış meğer söylenen, hafif bir mırıltıymış, fısıltıymış, odanın karanlığında benimle ve ferman'la birlikte onlar da gitti."
bu "derin" konuya şimdi girmeyeceğim. biraz daha birikince başka bir yazıya, kimbilir belki de "ortak yazılmış" bir başka kitaba bırakacağım.
buradaki sözleri söyleyebilmek, yazabilmek, üzerinde düşünüp, anlamını kavrayabilmek yalnızca okur yazar olmanın yetmediği, onu duymaya, özellikle de "sessizliği" duymayı başarabilenlerin yapabileceği, yaşayabileceği bir durum.
kısacası sevdim oylumun romanını ve kalemini. çok da keyif aldım.
hele hele "cadılar" ve "cadılığı" düşününce, sonunda "bize daha çok cadı lazım" dedim.
sizce de öyle değil mi! (MS/YY)
* Resim: cadılar, hand baldung grien - 1508