“Direnmek kalırdı Kürde, çünkü yaşamanın bir diğer adı direnmektir. ”
Musa Anter
1990’lar, ha bire umut eksilterek, hayata yeniden ve yeniden sarılmam gerektiğini öğrenmeye başladığım bir zaman dilimi oldu. Umutlu olmanın senin dışındaki dünya, hayata dair beklentilerin kadar kendi iç barışın olduğunu, yitirdiklerimin acısını yaşayarak öğreniyordum. Uzaktan hayranlıkla okuduğum, izlediğim insanlara bir daha "merhaba" diyemeden hayatımdan çekilip alınıyorlardı. Bunun bendeki umudun yok olmasına izin vermeyecek bir mekanizma edinmem gerekiyordu. Bir süre sonra kitap sayfalarında, stranlarda, gazete manşetlerinde hayatıma aşk ile umudu yeniden yeniden işleyenler ile birlikte biz Kürtlerin en temel özelliklerinden bir tanesini umudumuzu hiç yitirmemiz olduğunu adeta bilincime kazıyordum.
Asrın başından itibaren, hayata merhaba dediğim Koçgiri, sonrasında Ağrı, Zilan, Dersim’de Kürtlere biçilen ‘yok olma’ planlarını yaşadıkları onca acıya rağmen özgürlük umutlarını yitirmeden inatla direnmiş ve bunu her yeni nesillere taşımışlardı. Bitiremedikleri Kürtler her bin on yılda yeni bir barış manifestosu ile hayatlarına devam etmişlerdi. Zafere kavuşmak kadar, zafer yolunda inatla yürümenin de bir başarı hikayesi olduğuna ikna olmuştum. Onlarca yıldır devam eden yok etme planlarına Turgut Özal’ın ‘SS’ kanunları ile bu kez sonuç almak isteseler de Kürtler ne özgürlük taleplerinden, ne de barışa dair umutlarından bir şey yitirmişlerdi. Her Newroz yeniden ve yeniden dirilmenin isyanı olmuştu. İşte bu özgürlük taleplerini daha da bir kitleselleştirerek 1991 - 92 Newrozlarında “Newroz serhildana jiyanê ye” diyerek bir kez daha meydanlara akmışlardı.
Köydeki evimizin ikinci katında kardeş, yeğen, kuzen, bilcümle mahalleli politikleşen çocuklar ile birlikte organize ettiğimiz ‘KÇ’’nin merkezine dönüştürdüğümüz odamda küçücük bir radyoda BBC’den dinliyordum; “Güneşin ilk ışıkları ile birlikte Cudi, Nur ve Yafes mahallelerinde toplanmaya başlayan Cizre halkı, yaktıkları ateşler etrafında halaylar çekerek kutlamalara erken başladı. Uzun çekilen halaylar ve söylenen şarkılar eşliğinde kalabalık giderek artıyor. Sonra binlerce kişi yürüyüşe geçerek Cizre Meydanına akmaya başladı... az sonra harekete geçen panzerler, cadde boyunca oturmakta olan halkın üzerine sürüldü. Kadın ve çocukların çığlıkları Cudi Dağı’nda yankılanıyordu... ”
Her bir Kürdün bilincinde yerini edinirdi: "Kekik reyhan ve kaçak tütün kokusu taşırdı rüzgar. Alçak damlı evlerin yüksek küçük pencerelerinden soluk ışıklar yayılırdı geceye. Köpek havlamaları korkulara karışır, kaygıları beslerdi. Sonra dağlarda kurşun sesleri gelirdi belirli belirsiz, namlunun ucunda çırpınırdı yürekler. Ağıtlar yankılanırdı dağlara doğru. Kapılar kırılır, talan edilirdi sevdalar, umutlar ve insan olan ne varsa. Kan akardı derelerimizden Zilan, Munzur, otuz üç kurşun, Nevala Kasaba ve ülkenin bütün derelerinde. O iklimde kalırdı acılar. Duymazdı bir Allah’ın kulu çığlığımızı ve dağlara sevdalanırdık, karabasan gecelerin sabahında. Direnmek kalırdı Kürde, çünkü yaşamanın bir diğer adı direnmektir," diyordu bize Ape Musa.
30 Mart 1992’de köyde, sobası yanan tek odada büyük bakır leğende banyo yaparken tv’de alt yazılar geçmeye başladı; İstanbul Zeytinburnu’nda...Cafer Demirel...Sonrasını kulaklarım duymak istemedi, nasıl giyindim, eriyen karlar ile coşan mahallemizin deresinin kıyısında toprakta ne kadar oturdum hatırlamıyorum, daha bir ay önce İstanbul’da heyecanlı, her bir kelimesi devrim kokan sohbetine eşlik etmiştim; ‘Bu kez kazanacağız, mutlaka kazanacağız!’ Annem kaygılı gözler ile yanıma ilişmişti, ne o ne de ben tek bir söz etmiştik. İçim bir ateş topuna dönmüş yanıyordu. 1991 - 92 büyümemi tamamladığım yıllar oldu hayatımda.
Adına ‘düşük yoğunluklu savaş’ dedikleri bu zaman diliminde köylerimizde dumanlar yükselirken, ‘sınır ötesi’ne savaş uçakları havalanıyordu. Gazete manşetleri kahramanlık hamasetlerinden, televizyon ekranları Kürtlere ahkam kesen kirli erkeklerin hezeyanlarından geçilmiyordu. Bu iklimde tarihe “devlet için kurşun atan da yiyen de şereflidir" sözleri ile geçecek bir kadının Başbakan olmasına umutlarımız, onun kısa bir zamanda askeri yeşil ünüforması ile anageneral pozları vermeye başlamasıyla kısa bir zaman diliminde son buldu.
Bu karanlık ortamda Kürdistan İşçi Partisi Genel Başkanı Abdullah Öcalan 20 Mart 1993 tarihinde ilan ettiği ilk tek taraflı ateşkes ile barışa dair umudumuzu yeniden yeşertmek istedi. Bu haberi duyar duymaz heyecanla Elif Ana’nın yanına koşmuştum; Ana müjdemi isterim, Cafer gitti ama yakında Türkmen eve dönebilir. Oysa Kürdün govendine (halay), müziği ile hayaller kurmasına, gülümsemesine, hayata umutla, iyimser güzel gözler ile bakmasına düşmanlıktan geri durmayan devlet gerçeğini unutmamıza izin vermeyerek yoluna devam ediyordu.
2 Mart 1994 tarihinde TBMM’de 6 DEP milletvekilinin dokunulmazlığını kaldırdı. Cumhuriyet tarihinde ilk olarak, Hatip Dicle ve Orhan Doğan Meclis çıkışında polis tarafından gözaltına alındı. Leyla Zana, Ahmet Türk, Mahmut Alınak ve Sırrı Sakık ise gözaltına alınmamak için TBMM'den çıkmayacaklarını açıkladılar. Hayatını insan hakları ve barış mücadelesine adayan Orhan Doğan’ın TBMM çıkışından gözaltına alındığı fotoğraf ile büyümeye devam edecekti Kürt çocukları.
"Teslimiyet ihanete, direniş zafere götürür" Mazlum Doğan
Bu zaman diliminde ben Mazlum Doğan okumaya başlamıştım. 1955 Karakoçanlı doğumlu Mazlum Doğan, Uludağ Üniversitesi Eğitim Fakültesi'ni bitirdikten sonra Ankara İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İktisat Bölümü'nde okurken, halk tarafında ‘talebeler’ denilen Kürdistanlı devrimciler içinde yer alarak mücadelesine devam etmişti. 12 Eylül darbesinin Diyarbakır zındanındaki insanlık dışı uygulamalarını protesto etmek için 24 yaşındayken 21 Mart 1982'de, Newroz gününde üç kibrit tanesini yaktıktan sonra hayatına son vermişti. Mücadelesi ile Mazlum, efsaneye göre genç Kürtlerin beyinlerini yiyen Asur kralı Dehak'ın zulmüne karşı Medlerin ayaklanmasının önderi olan devrimci Kawa’ya dönüşmüştü.
Mazlum Doğan 12 Eylül mahkemelerinde kendisini; “Ben ne kadar kitap, ne kadar dergi, gazete falan çıkıyorsa hepsini alıp okumak istiyordum. Kendi araştırma, incelemelerimde, zaten kendim Türkiye'nin başka illerinde okumuştum. Daha önce Eskişehir'de Balikesir'de falan okumuştum. Ben devrimci sempatizan olduğum sıralar, devlet konusunda, demokrasi konusunda bulduğum her türlü kitabı milli mesele konusu dahil okuyordum. Marksizmin-Leninizmin bütün temel konularla ilgili görüşlerini kavramaya çalışıyordum. 1976 yılına doğru artık milli mesele hakkında ben de birkaç kitap okumuş, bazı şeyler biliyordum. Ben kendimi enternasyonalist çizgide bir Marksist ve Leninist görüyor veya öyle olmaya çalışıyordum”, şeklinde açıklıyordu.
O dönemin bütün tartışmalarını izliyor, çıkan yayınları okuyor, çeşitli sol/sosyalist grupların tartışmalarına dahil oluyor. Ne zamanki Haki Karer ile tanışıyor o zaman kararını veriyor ve kafasında devrim stratejisi netleşir: “Ortadoğu bugün kapitalizmle sosyalizm arasındaki çekişmenin odağını oluşturuyor. Ortadoğu'da Kürdistan çok stratejik bir yerde yer alır. Kürdistan'ın jeopolitik önemini iyi kavramak gerekir, eğer Ortadoğu'da emperyalizm kovulmak isteniyorsa, Ortadoğu emperyalist-kapitalist bloktan koparılmak isteniyorsa, mutlaka Ortadoğu'nun gericiliğin yoğunlaştığı merkez olan Kürdistan'da devrim yapmak gerekiyor. Sonrasında birlikte Ortadoğu Halklar Konfederasyonunu inşa etmek gerekir.”
Daha 20’li yaşlarının başında sahip olduğu ideolojik derinlik günümüz içinde gerçekliğini korumaya devam ediyor. Etnik, inanç, dil, kültür aidiyetleri/teklik üzerinden parça parça inşa edilmek istenen sistemler bir asırdır acı, yokluk, yoksulluk ve savaşlardan başka bir şey getirmedi. Ortadoğu’da tek çözüm var, o da Ortadoğu Halklar Federasyonudur.
Mazlum Doğan’ın hayatını, savunmasını okuduğumda benimde politik doğrultum tamamen oturmaya başlamıştı. Devrimci olmanın, özgürlük idealinde yol yürümenin, inatla ve aşkla mücadele etmenin ne demek olduğunu hayatının her adımında yaşayan birisini izlemek kutup yıldızına sahip olmak gibi geliyordu bana; “Ben 76 sonlarına doğruydu valizimi topladım, ailemden kopardığım parayı da alarak o zaman pek fazla sayılmazdı her halde 500 lira, Güney illerine geldim. Duyuyordum Ceylanpınar'da ne olacak, iste faşizm konusunda bir seminer verecek, ben arabaya atlıyor Ceylanpinar'a gidiyordum, kahvede oturuyordum birinin yanında işte yahut TÖB-DER'de oturuyordum. Bazı kişilerle bireysel ahbaplık, dostluk kurarak, mümkünse evinde yatmaya çalışıyordum. Ertesi gün seminere katılıyor, bildiğim görüileri savunuyordum. Böyle turist gibi geziyordum. 1977'ye doğru artık ben Batman'da kalmaya, başladım. Sık sık Batman'a gidiyordum, bir hafta kalıyordum, 3 gün kaliyordum, 5 gün kaliyordum.” 20’li yaşlarında gencecik insanlar tek maddi varlıkları olan sırt çantaları ile şehir şehir, mahalle mahalle bütün farklılıkları ile insanların bir arada eşit ve özgür yaşadıkları bir sistem inşası için çalışıyorlardı.
Devrimci olmanın adanmak olduğu zamanlardı. ‘Biz’den öteye yolların çıkmadığı bir hikaye kuruyordu Mazlum Doğan; “ Bazen dışarıda kaldığım da oldu. Yani yaz aylarına dogru. Nisan ayına doğru yatacak ev bulamıyordum, yemek de bulamıyordum; ne yapıyordum, dışarıda yatıyordum. Ama diyelim ben TÖB-DER'e gidip oturuyorum, ya da Lise-Der var gidip oturuyordum, akşama doğru oluyor bir genç "agabey bu gece bizim eve gidelim" diyorsa, hiç fırsatı kaçırmıyor, direkt onların evine gidiyordum. Ertesi gün davetsiz olarak gittiğim de oluyordu. Yani zar zor idare ederek kalmaya, propaganda yapmaya çalışıyordum.” Devrimciliğin sol söylemler ötesinde bir yaşam biçimi olduğunu yaşadıkları ile anlatıyordu Mazlum Doğan.
Kimilerinin sadece romanlarda okuyup altını çizdiği, sevdiği şarkılarda ezberlediği cümlelerden ibaret olan ‘başka bir hayat’ devrimci ahlak ve kültür ile yaşamın ta kendisi oluyordu. İçinde oldukları hayatları değiştirmeden ‘başka bir hayat’ demek sadece bir ütopya iken, kendi haytalarını değiştirerek bunu bir ütopya olmaktan çıkaran, hayatın bir parçası haline getiren ve o şekilde yaşayan bu insanlar tohumlarını toprağın ta diplerine kadar ektiler. Hayatı sloganlara sığdıranlara inat, bazen en sıradan anlarda gizlenen, fark edilmeyen inceliklerle şekillendiğini gösteriyordu Mazlum. Bu halleri ile insan olmanın en saf haliyle yeniden ve yeniden hikayeler kuruyordu.
Mazlum, sahip olduğu felsefesi, gündelik hayat deneyimleri, öğrenmeye ve okumaya bitmeyen açlığı ile hayata büyük değer biçer. Sahip olduğu devrimci kültürü ve dayanışmaya kattığı anlam ile ‘biz’ olmayı adeta bir sanat inceliğinde dokuyordu. Bir bardak çayın, yoldaş ile dostça bir sohbetin, şehirlerden şehirlere yolcuğun estetik bir değeri olmalıydı. Bütün bunlar bize, hayatı zarafetle yaşamanın önemine işaret eder. Maddi güce ya da gösterişe ihtiyaç duymadan, örgüt konforuna dayanmadan, sadece ve sadece bilincindeki ve ruhundaki derinlik ve sadelik ile bir hayatı örmenin devrim ile eşdeğer olduğunu göstermiştir bana Mazlum.
Bir yoldaşı yıllar sonra; "Yüzü bir doğa yasası gibiydi… Sorgulanamayacak, değiştirilemeyecek. Ödün koparılamayacak bir doğa yasası. Amacının yaşayacağı yere adımlarını atmaya hazırdı. Hayatının öyküsünü inancıyla yazacaktı" diye yazacaktı...
yağmur damlacıklarını,
çocuk seslerini,
uçan kuşun kanatlarını,
çırpınışlarını yazmalıyım
Ülkemin.
(EJA/RT)