Şimdi hayatta olmayan ve çokça ihmal edilmiş yazar Alifa Rıfat'ın "Bir Minarenin Uzak Bakışı" kocası sadece kendi hazzına odaklandığı için cinsel ilişkiden beklentisi olmayan, ilişki anında gözü tavanda mutlaka temizlenmesi gereken bir örümcek ağına takılan, ardından da kocasının sanki özellikle onu bu hazdan yoksun bırakmak istercesine cinsel birleşimi uzatmamaktaki ısrarını düşünecek kadar zaman bulan bir kadının hikayesiyle başlar.
Kocasının ona çok gördüğü orgazmı ezan sesi de yarıda keser ve kocası çekilir. Kadın abdest aldıktan sonra kendini namaz kılmaktan alamaz, o kadar ki bir dahaki ezanı dört gözle bekler.
Bu nedenle balkonunda sokaktan gelecek ezan sesini beklerken dalıp gider. Kocasının uyku sonrası alışkanlığı olan kahve servisiyle kendine gelir. Kahveyi, tercih ettiği üzere, yatağın başucundaki fincana doldurmak için götürdüğünde kocasının öldüğünü görür. Oğluna doktor çağırmasını söyler, salona dönüp kahveyi kendine doldurur. Bu kadar sakin olmasına şaşar."
Rıfat bir çırpıda ve üç buçuk sayfada bize inkar ve savunmacılık üzerine kurulmuş kadın düşmanlığının atar damarı olan Ortadoğu'da cinsellik, ölüm ve din üçlemesini gözler önüne serer.
Hiç öyle sevimli göstermeyelim. Bezdiren, 11 Eylül sonrası Amerika Birleşik Devletleri (ABD) klişesinde dile getirildiği gibi "onlar bizden özgürlüklerimiz için nefret etmiyorlar".
Bu Arap kadınının çok güçlü dile getirdiği gibi bizim hiçbir özgürlüğümüz yok çünkü bizden nefret ediyorlar.
Evet, söylemek gerekiyor. Bizden nefret ediyorlar.
Kimileri neden bu konuyu şimdi, bölgenin ABD ve İsrail karşıtı gösterilerle değil de müşterek özgürlük talebiyle çalkalandığı bir zamanda gündeme getiriyorum diye soruyor olabilir.
Her şey bir yana, öncelik herkesin temel haklara kavuşması mı olmalıdır yoksa kadınların kendilerine özgü hak talepleri mi?
Bu bağlamda cinsiyet ve ilintili olarak cinselliğin "Arap Baharı ile ne alakası var? Kuytu sokaklarda ve yatak odalarında gizli kalmış cinsellikten bahsetmiyorum.
Bölgenin geleceğini despotlardan temizlerken insanlığın yarısına hayvan muamelesi yapan bütün bir ekonomik ve politik sistemi de yok etmek gerekiyor. Öfkemizi başkanlık saraylarındaki despotlardan evlerimizdeki ve sokaklardaki despotlara yöneltmedikçe devrimimiz henüz başlamış sayılmaz.
Evet, dünyanın her yerinde kadınlar sorunlar yaşıyor. ABD henüz kadın bir başkan seçmedi, birçok "Batılı" ülkede (ben bunlardan birisinde yaşıyorum) kadınlar nesneleştirilmeye devam ediliyor. İşte tam da bu noktada "neden Arap toplumları kadınlardan nefret ediyor" tartışmasını yapmak isterken konu kapanıyor.
ABD'nin kadınlara ne yapıp ne yapmadığını bir tarafa bırakalım. Söyleyeceğiniz herhangi bir Arap ülkesi söyleyin; o ülkeyle ilgili kültür ve din zehri karışımıyla beslenen ve çok azı isteyerek veya dine karşı gelmemek için mesafeli yaklaşan ama benzer bir dizi istismarı sıralayayım.
Mısır'da evli kadınların yüzde 90'ının annemin ve altı kız kardeşinden biri hariç hepsinin de dahil olduğu, cinsel organları tevazu adı altında kesilirken kuşkusuz hepimiz dine karşı gelmiş oluyoruz.
Mısır'da kadınlar sadece seslerini yükselttikleri için aşağılayıcı "bekâret kontrolüne" maruz kalırken, gün sessiz kalma günü değil. Mısır ceza kanundaki bir yasaya göre bir kadın kocası tarafından "iyi niyetle" dövülmüş ise cezai bir durum söz konusu olmaz, eğer böyleyse siyaseten doğruluğun canı cehenneme!
Ve Allah aşkına, nedir bu "iyi niyetler"? Bunları "ciddi olmayan" veya "yüze doğrultulmamış" darbeler diye tanımlanıp yasal mevzuata koymuşlar.
Tüm bunlar şu anlama geliyor, Ortadoğu'da kadının statüsü söz konusu olduğunda durum düşündüğünüzden daha iyi değil. Çok daha kötü. Bu "devrimlerden" sonra bile, kadınlar örtündükleri, eve kapandıkları, kendi arabalarına binme gibi basit bir hareketlilikten yoksun kaldıkları, seyahat etmek için erkeklerden izin almak zorunda kaldıkları, bir erkeğin izni olmadan boşanamadıkları ve de evlenemedikleri sürece her şey şöyle ya da böyle dünya tarafından iyi kabul ediliyor.
Hiçbir Arap ülkesi Dünya Ekonomik Forumu'nun Küresel Cinsiyet Eşitsizliği Raporunda ilk 100'e giremeyerek bölgeyi dünyanın en gerisine düşürdüler. Fakir ya da zengin farketmeden hepimiz kadınlarımızdan nefret ediyoruz. Komşu ülkeler Suudi Arabistan ve Yemen arasında mesela Gayrisafi Milli Hasıla'ya bakıldığında uçurum söz konusu olabilir, ancak dünya sıralamasında sadece dört ülke onları birbirinden ayırabiliyor, 135 ülkeden Yemen 135., Krallık ise 131. sırada.
Fas, "ilerici" olarak nam salmış Medeni Kanunu'na rağmen (2005'deki bir raporda Batılı "uzmanlar" modern toplumlara uyum sağlamak isteyen Müslüman ülkeler için örnek göstermiş) dünya sıralamasında 129. sırada. Fas Adalet Bakanlığına göre 2010'da 18 yaşın altında 41 bin 98 kız çocuğu evlendirilmiş.
Kadınların yüzde 55'in okuryazar olmadığı, yüzde 79'nun iş gücüne katılmadığı ve 301 kişilik parlamentoda sadece bir kadının yer aldığı Yemen'in neden sıralamada bu kadar gerilerde yer aldığını anlamak kolay.
12 yaşındaki kız çocuklarının doğum esnasında ölmeleri gibi dehşet verici haberler Yemen'de çocuk yaşta evlilikleri durdurmakta çok az etkili. Aksine, devlet Muhammed Peygamberin ikinci karısı Hz. Ayşe'nin çocuk yaşta evlenmesini örnek göstererek çocuk yaşta evliliği destekliyor. Dini fetvalar bu evliliklere karşı çıkanları mürtet ilan ediyor. Dolayısıyla, fetvaların beslediği çocuk yaşta evlilikleri destekleyen gösterile karşı gösterileri sayıca katlıyor.
Yemenli kadınlar, en azından, araba sürebiliyorlar. Bu Yemenli kadının bitmek bilmez sorunlarını noktalamasa da "özgürlük" sembolü. Bu sembolizm, hiçbir yerde, çocuk yaşta evliliklerin olduğu, yaşları ve eğitimleri her ne olursa da ikinci planda olan Suudi Arabistan'dan daha iyi anlaşılmaz. Üniversitelerde, Suudi kadınlar erkeklerden hayli fazla. Yine de bu kadınlar yaşamın her anında kendilerinden çok daha az yetenekli erkeklere boyun eğmek zorunda bırakılmışlar.
Toplu tecavüze maruz kalan bir kadın tanımadığı bir erkeğin arabasına bindiği için hapse mahkum ediliyor, kararın bozulması için Suudi Arabistan kralının affı gerekiyor. Yine bir başka kadın araba sürme yasağını deldiği için 10 kırbaç cezasına mahkum ediliyor, yine kralın affı gerekiyor.
Suudi Arabistan'da kadınların hala seçme ve seçilme hakkı yok. Ama bu ülke kadınlara 2015'te -bekleyin ki gelsin- tamamıyla sembolik bir yerel seçim hakkı sözü verdiği için "ilerici" sayılıyor. Ne acı ki, bu eril sırt sıvazlama sevinçle karşılanıyor. Kral Abdullah reformcu olarak övülüyor, dahası Newsweek dergisi 2010'da dünyanın en saygın 10 kişisi arasında gösteriyor.
Bunun ne kadar kötü olduğunu öğrenmek istiyor musunuz? "Reformcuların" bölgenin her gün bir yerinde ortaya çıkan devrimlere cevabı daha çok bağışla halkı uyuşturmak oldu, bunu özellikle Suudi kraliyet ailesine meşruluk sağlayan Selefi bağnazlara yaptılar.
Kral Abdullah bin Abdulaziz El-Suud 87 yaşında şimdi. Orta Çağdan fırlamış Prens Nayef'in sırayı almasını görmek için biraz bekleyin yeter. Prens Nayef'in kadın düşmanlığı ve bağnazlığının yanında Kral Abdullah Susan B. Anthony gibi kalır.
Bizden Neden Nefret Ediyorlar?
Cinsellik, ya da tam olarak himen (vajinal zar) birçok şeyi açıkça ifade ediyor. "Radikallerin sürekli kadınlara odaklanmasına akıl sır erdirememişimdir," diyor ABD Dış İşleri Bakanı Hilary Clinton en son verdiği bir demeçte.
"Hangi ülkede yaşadıkları veya hangi dinden oldukları farketmeksizin hepsi bunu yapıyor. Kadınları kontrol etmek istiyorlar." ( Evet ama Clinton açıkça bu kadın düşmanı despotları destekleyen bir yönetimi temsil ediyor).
Rejimlerin kontrol etme çabaları çoğunlukla kadınların kontrolsüz kaldıklarında cinsel doyumsuzluk yaşayacakları şüphesinden kaynaklanıyor. Bakın uzun bir süre El-Jezire'de muhafazakar TV programı yapan "Arap Baharı"nı şaşırtıcı bir şekilde etkileyen ünlü imam Yusuf al-Qaradawi devrimler devam ederken şüphesiz bu devrimlerin onun da içinden geldiği Müslüman Kardeşlere ve kendisine baskı yapan ve işkence çektiren tiranları yok edebileceğini anladı.
Size 'Kadınların baştan çıkarıcı doyumsuzlar' olduğuna dair konuşan bir dizi aciz insan bulabilirim, ama ben uydu ve uydu dışı kanallardan çok geniş bir seyirci kitlesine seslenen Qaradawi ile devam etmek istiyorum.
Qaradawi kadının cinsel organının tahrip edilmesinin (o "sünnet" diyor ve bu söylem de kadına uygulanan bu tahribatı erkek sünneti ile aynı kefeye koyup üstünün örtülmesi sağlıyor) "zorunlu" olmadığını söylüyor.
Söylüyor söylemesine de, bakın bu paha biçilmez gözlemi kitabında nasıl yer alıyor.
Qaradawi, "bugünün modern dünya şartlarında bu uygulamayı kişisel olarak destekliyorum. Her kim kızını korumak için sünnetin en iyi yol olduğunu düşünüyorsa bunu uygulasın," diyor ve devam ediyor: "Ilımlı düşünce sünnetin baştan çıkartmayı azalttığı için uygulanmasından yana."
Yani "ılımlılar"ın arasında bile, kızların cinsel organları arzular daha yeşermemişken kesiliyormuş; itinayla seçilmiş kelime oyunları. Qaradawi o zamandan sonra kadının cinsel organın kesilmesi için fetva vermiş, Mısır bu uygulamayı 2008 yılında yasaklamış. Müslüman Kardeşlerden bazı parlamenterler şaşılmayacak şekilde yasaya karşı çıkıyorlar; şaşırtıcı değil. Tanınmış kadın parlamenter Azza al-Garf'ın da aralarında bulunduğu bazı kişiler yasaya hala karşılar.
Oysa Fas'tan Yemen'e cinsel tacizin yaygın olduğu ve erkekler yüzünden kapanmaya teşvik edilen birçok kadının olduğu ülkelerde kendini kontrol edemeyen erkeklerdir, kadınlar değil.
Kahire'de biz kadınları başı boş oynayan ellerden ve de daha kötüsünden korumak için sadece kadınlara tahsis edilen metro vagonları var. Sayısız Suudi AVM'leri sadece ailelere mahsus ve bekâr erkekler kendilerine eşlik edecek bir kadın bulamadıkları sürece AVM'lere alınmıyor.
Orta Doğu'da başarısız ekonomilerin birçok erkeğin evlenmesine engel olduğunu sık sık duyarız. Hata bazıları bunu sokakta artan taciz olaylarını açıklamak için bile kullanır.
Mısır Kadın Hakları Merkezinin 2008'deki bir araştırmasına göre Mısırlı kadınların yüzde 80'nin tacize maruz kalıyor, erkeklerin yüzde 60'ından fazlası da kadınları taciz ettiklerini itiraf ediyor. Nedense geç yaşta evlenmenin kadını nasıl etkilediğini hiç duymadık. Kadınların cinsel istekleri var mıdır ya da yok mudur? Görünen o ki, Arap yargıçları hala insan biyolojisinin temelleri konusunun uzağında yaşıyorlar.
Rıfat'ın çok zekice hikâyesinde sunduğu ezan sesi ve din üzerinden ulvileştirmeyi hatırlayın. Tıpkı Rifat'ın hikâyesindeki gibi rejimin atadığı din adamları bu dünyadaki çürümeyle ve insan kayıran diktatörle hesaplaşmak yerine bölgedeki yoksulları ve -evlenme çağındaki "bakireleri" -öteki dünya için yapılan adalet vaatleriyle uyuşturuyorlar.
Böylelikle kadınlar hem onlardan nefret eden hem de Allah'a yakın durduğunu iddia eden mükemmel bir erkek bileşeni tarafından susturulmuş oluyor.
Tekrar Suudi Arabistan'a dönecek olursak, sadece bu ülkeyle 15 yaşında tanıştığımda travma geçirip feminizme sarılmadım -bunu daha iyi anlatacak başka bir ifade yok. Krallık ayrıca arsız bir şekilde kadınlardan nefret eden bir tanrıya tapıyor ve bunun sonuçlarından hiç acı çekmiyordu. Çünkü hem petrol sahibi hem de İslamın en kutsal iki yeri olan Mekke ve Medine'ye ev sahipliği yapıyordu.
O zamanlar da -1980'ler ve 1990'lar- şimdi olduğu gibi din adamları Suudi TV'de kadınlara ve özellikle ağızlarından ne laf çıkacağına kafayı takmışlardı.
Bir oğlan bebek üzerinize işediğinde gidip aynı elbiselerle namaz kılabileceğinizi ancak kız bebek işemişse değiştirmeniz gerektiğini duyduğumu hiç unutmam. Allah aşkına bir kızın idrarında ne var da abdestinizi bozuyor. Çok merak ediyorum!
Kadın nefreti
Suudi Arabistan kadınlardan ne kadar nefret ediyor? O kadar çok ki, "ahlak polisleri" yanan okuldan kaçmalarını engellediği ve itfaiye ekiplerini de kamusal alanda zorunlu olan örtü ve mantoyu giymedikleri için kurtarma yapmaktan alıkoyduğu 15 kız 2002 yılında Mekke'deki bir okul yangınında öldü. Ve hiçbir şey de olmadı. Hiç kimseye dava açılmadı. Aileler susturuldular.
Tek verilen ödün kızların eğitimlerinin o zaman başta olan Prens Abdullah tarafından sessizce Selefi radikallerin ellerinden alınması oldu ama yine de krallığın eğitim sistemini büyük ölçüde elinde bulundurmayı başarıyor Selefiler.
Her nasıl oluyorsa bu durum salt bir Suudi fenomeni ve sadece işsiz zengin çölündeki nefret merakı olmaktan çıkmış, İslamcıların kadın nefreti her zamankinden daha çok tüm bölgeyi yakıp kavuruyor.
Kuveyt'te yıllarca kadınların oy hakkına karşı çıkan İslamcılar parlamentoya girmeyi başarmış dört kadının peşine düşüp başörtüsü takmayan ikisinin örtünmesini talep ettiler. Geçtiğimiz Aralık ayında Kuveyt parlamentosu kendini feshettiğinde, İslamcı bir parlamenter kadın üyesi bulunmayan yeni kabinenin önerge verdiği "uygun kıyafet" yasasını tartışmasını istedi.
Uzun süre bölgenin hoşgörü fenerine en yakın ülkesi olarak düşünülen Tunus'ta kadınlar İslamcı Ennahda partisinin Kurucu Mecliste oy çokluğunu kazanmasından sonra derin bir nefes aldılar.
Parti liderleri Tunus'un 1956 Bireysel Haklar Yasasına bağlı kalacaklarını açıkladılar. Bu yasa "kadın ve erkeğin" eşit vatandaşlık prensibini savunuyor ve de çokeşliliğin yasaklanmasını ilan ediyor.
Yine de, kadın üniversite hocaları ve öğrenciler o günden bugüne başörtüsü takmadıkları için İslamcıların hakaretlerine ve tehditlerine maruz kalmaktan yakınırken bazı kadın hakları savunucuları da devrim sonrası Tunus'ta varolan mevcut hukuku İslami hukuk söylentilerinin nasıl etkileyeceğini merak ediyorlar.
Libya'da, geçici hükümet'in başkanı Mustafa Abdel'in verdiği ilk söz son Libya tiranlarının sınırladıkları çok eşlilik üzerindeki yasağı kaldırmak oldu. Muammer El-Kaddafi'nin herhangi bir çeşit feminist olduğunu filan düşünmeyin. Unutmayın ki onun iktidarı sırasında cinsel saldırıya maruz kalmış veya "ahlaki suç" işlediği şüphe edilen kadınlar ve kızlar "sosyal rehabilitasyon merkezleri" denen gerçek cezaevlerine tıkılmış ve ancak bir erkekle evlenmeleri ya da ailelerin onları almaları dahilinde serbest bırakılmışlardır.
Ve sırada Mısır var, devlet başkanı Hüsnü Mübarek'in düşürülmesinden daha bir ay geçmemişken onun yerine geçen askeri cunta hani görünüşte "devrimi koruyacak" olan biz kadınların ihtiyacı olan iki devrimi tesadüfen bize hatırlattı. Tahrir Meydanı'nı protestoculardan temizledikten sonra asker onlarca kadın ve erkek aktivisti gözaltına aldı. Tiranlar hepsine hakaret, eziyet ve işkence ettiler. Biliyoruz. Fakat bu görevliler "bekaret kontrolünü" kadın aktivistler için saklamışlar: tecavüz bu sefer de tıp doktoru kılığına bürünerek parmağını kadınların vajina ağzından geçirerek himen yokluyordu. (Bunu yapan doktora dava açıldı ve nihayet Mart ayında aklandı.)
7. yüzyılda saplanmış kalmış erkeklerin baskın olduğu Mısır parlamentosu kadınlar için nasıl bir umut vaat edebilir? Muhammed Peygamber'in yaşamına uygun yaşamanın modern hayata uygun bir reçete olduğunu savunan Selefiler şimdi parlamentodaki sandalyelerin dörtte birini dolduruyor.
Geçen sonbahar, Mısır'ın Selefi Nur Partisi kadın aday gösterdiğinde her kadın adayın fotoğrafının yerine bir çiçek yerleştirilmişti. Kadınların duyulmaması ve görülmemesi gerekiyor- sesleri bile baştan çıkartıcı- böylelikle baştan aşağıya karalara bürünmüş ve hiç bir kelime sarfetmeyen kadınlar Mısır parlamentosunda yerlerini aldılar.
Ve bizler Mısır'da bir devrimin orta yerindeyiz! Bir devrim ki, kadınlar öldüler, dövüldüler, ateş altında kaldılar ve erkeklerle birlikte ülkeyi büyük harfli Ataerk -Mübarek-'ten kurtarmak için savaşırken cinsel hakarete maruz kaldılar, ama bir yığın küçük harfli ataerk hala bizi eziyor.
Yeni devrim parlamentomuzdaki sandalyelerin yarısını dolduran Müslüman Kardeşler kadınların (veya hatta Hıristiyanların) devlet başkanı olabileceğine inanmıyor. Müslüman Kardeşlerin "kadın komitesi"ne başkanlık eden kadın çok yakın bir zamanda kadınların protesto ve yürüyüşlere katılmamasını çünkü koca ve oğlan kardeşlerin onlar için gösteri yapmalarının daha onurlu olacağını söyledi.
Mısır toplumunda kadın düşmanlığı çok derinlere gidiyor. Yürüyüş ve protesto ederken rejimin ve uşaklarının ve de ne yazık ki, zaman zaman da devrim yoldaşlarımızın cinsel hakaretleriyle dolu bir mayın tarlasında yolumuzu bulmaya çalıştık.
Bir Kasım günü, Tahrir Meydanına yakın Muhammed Mahmut sokakta, en az dört Mısır çevik kuvveti tarafından cinsel hakarete maruz bırakıldım, zaten ilk önce meydanda bir erkeğin el tacizine uğramıştım.
Rejimin hakaretlerini ortaya çıkarmak için bu kadar hevesliyken, bizi dehşete düşürenlerin yoldaş siviller değil rejimin adamları ya da haydutları olduklarını varsaydık çünkü devrimi lekelemek istemiyorduk.
Peki Ne Yapmalı?
İlk önce kendimizi kandırmaya son vermeliyiz. Nefret neyse bunu yüksek sesle söylemeliyiz. Kültürel göreceliğe karşı çıkmalıyız ve bilmeliyiz ki devrimin ve ayaklanmaların devam ettiği ülkelerde bile kadın en ucuz pazarlık kozu olarak kalacaktır.
Dış dünyaya kadınlara A, B ya da C'yi uygulayan bizim "kültürümüzdür" ve "dinimizdir" denilecektir. Ve bilin ki bunu böyle zannedenlerin hiçbiri asla bir kadın olmayacaktır.
Arap ayaklanmaları Tunuslu bir seyyar satıcı olan Muhammed Bouazizi adındaki bir Arap erkeğin kendini çaresizlikten yakmasıyla fitillenmiş olabilir fakat bu ayaklanmalar Arap kadınları tarafından sonlandırılacaktır.
16 yaşında tecavüzcüsüyle zorla evlendirilip ve dövüldükten sonra zehir içen Faslı Amina Filalı bizim Bouazizimizdir. "Bekaret kontrolüne" ilk karşı çıkan kadın Salwa el-Hüseyni ve bekaret kontrolünü ilk dava eden Samira İbrahim ve onunla birlikte ifade veren Rasha Abdel Rahman bizim Bouazizi'lerimizdir.
Onların da kahraman olmaları için ölmelerini beklememeliyiz. Kadınların araba sürme yasağını kırdığı için dokuz gün hapis yatan Manal el-Sharif Suudi Arabistan'ın Bouazizi'sidir. Tek başına bir kadın olarak bir derya kadın düşmanlığına uğramıştır.
Politik devrimlerimiz Mübarekleri kafalarımızda ve tabii ki yatak odalarımızda alt eden toplumsal, cinsel ve kültürel devrimler olan düşünsel devrimlerle birlikte yürümedikleri sürece başarılı olamayacaktır.
İbrahim "bizi neden bekaret kontrolüne tabii tuttuklarını biliyor musunuz" diye sordu bana 8 Mart Dünya Kadınlar Gününde saatlerce birlikte yürüdükten sonra.
"Bizi susturmak istiyorlar, kadınları eve yollamak istiyorlar. Fakat biz hiçbir yere gitmiyoruz."
Biz himenlerimizden ve başörtülerimizden daha çok şey ifade ediyoruz. Mücadele eden biz kadınlara kulak verin. Bölgenin sesine kulak verin ve içindeki kadın nefretinin gözünü çıkartın. Bir zamanlar Mısır ve Tunus'ta İslamcı olmak en savunmasız politik dürüstü. Bileşiniz, şimdi bunun yerini çok rahat bir şekilde kadın aldı. Her zaman ki gibi! (MH/RI/BA)
* Mona Eltahawy (44) Mısırlı bir kadın gazeteci. Reuters ve The Guardian'a yazıyor. Suudi Arabistan onu Mübarek rejimi karşıtı yazılar yazması dolayısıyla işten çıkartmadan önce Asharq Al-Awsat'ta köşe yazarlığı yapıyordu. Mısır'ın yanı sıra Londra ve Suudi Arabistan'da çocukluğu geçen Eltahawy, 2000'den bu yana New York'ta yaşıyor ve ABD vatandaşı. Foreign Policy dergisine yazdığı bu yazı nedeniyle eleştiri oklarının hedefi haline geldi. Eltahawy Arap ülkerindeki kadın düşmanlığını kaleme aldığı bu yazıdan sonra bazı kesimler tarafından "Tom Amca" olarak nitelendirilmeye başlandı. Ancak bazı kesimler tarafından da takdirle karşılandı. Mona Eltahawy 2011'de Mısır'daki ayaklanmalar sırasında Tahrir Meydanına çok yakın Muhammed Mahmut sokakta tacize uğrayıp, darp edilen kadınlardan biri. Eleştiri oklarına maruz kalmasının sebebi kadın düşmanlığını bu kadar ön plana çıkarmış olması, ancak o da buna şiddetle karşı çıkıyor ve ekliyor "Lütfen bir kere de başka ülkelerdeki sorunlarla uğraşmak yerine biraz da kendi bölgemdeki sorunlara odaklansam olmaz mı". Ve yıllardır rejim karşıtı yazılar yazıyor, kendini başından beri bu Mısır devriminin bir parçası sayıyor ve devam ediyor "Nasıl ki Amerika'da Hıristiyan Kardeşler var Mısır'da da Müslüman Kardeşler var."
* Mona Eltahawy'nin Foreign Policy dergisinin Mayıs-Haziran 2012 sayısında yayımlanan yazısını Ruken Işık (Kadın ve Cinsiyet Araştırmaları Yüksek Lisans) İngilizceden Türkçeye çevirdi.
* Mona Elthawy'nin tartışma yaratan bu yazısına Samia Errazzouki eleştiri yazısı kaleme aldı. Loonwatch.com da tartışmaya katıldı.