AKP’nin ve liderinin son dönemlerde siyaset üretmek yerine yaptığı tek şeyin, yani “milli ve dini hassasiyetlere” oynama ve sanal düşman grupları bulup bunlara karşı kendi tabanını teyakkuza geçirme çabasının son meyvesi bir reklam filmi olarak zuhur etti.
Her şeyden önce, reklam filminin dedikodusu dolaşmaya başladığında anlatılanlara dayanarak daha kaliteli bir iş bekliyor olduğumu itiraf etmem gerekiyor. Bırakın, “bu bayrağı yere düşürtmeyiz” fikrindeki zarafeti ve yaratıcılığı, teknik olarak da son dakikada yetiştirilmiş gibi bir havaya sahip söz konusu film.
Siyaseten krize giren her sağcı partinin ve kurumun (ve tabii CHP’nin) yaptığı şeyi yaparak “bayrak” gibi güçlü bir sembole sarılmış gibi görünüyor iktidar partisi.
Seçim kampanyasında, yerel yönetimler için aday gösterdiği isimlerden çok parti başkanının şahsına vurgu yapan bir partinin reklamını izleyip de, “Yerel seçimlerle, belediyelerin yaptığı/yapacağı hizmetlerle ne alakası var bayrağın?” diye sormak zaten aklımızın ucundan bile geçmiyor artık.
Her şeyden önce, bayraklı reklamda bir kez daha ve milyonuncu kez hayat bulan milliyetçi anlatının, hegemonik bir elde tutma çabası olduğunu görmek gerekiyor. Türkiye gibi, milli kimlik projesinin uzunca bir zamandır tüm tabuları, tüm sembolleri, resmi/gayrıresmi tüm anlatıları ve siyasi erkte, yargı sisteminde vücut bulan baskın ve baskı dolu varlığı ile egemen olduğu ülkelerde siyasetin kestirme yoludur milliyetçilik.
Bizimki gibi toplumlarda doğal olarak güçlü olan “milli hassasiyetler”, çoğu zaman görünür ve akılcı olana, ölçülüp biçilebilene değil; “öğrenilmiş duygular”a ve temelde liderde yoğunlaşan kitlesel “aşk”a göndermelerle doludur.
Yani milliyetçilik, sorgulanamaz olan ortak duyuyu doğallaştıran ve bu bağlamda kendisini tek ve alternatifsiz gerçek olarak sunan ideoloji olarak işler. Öyle ki milliyetçi muhayyilede “milliyetçilik”, dinle aynı düzlemde işlev görür ve belirli bir dönemin ve bu dönemin özgül koşullarının bir sonucu değilmiş de, gerçekliğin ve doğanın doğal sonucu, ürünüymüş gibi anlaşılır –daha doğrusu hissedilir.
Demokrasinin en azından ilkesel olarak barındırdığı varsayılan ifade özgürlüğünü ve karar alma mekanizmalarında akılcı ve tabana yayılan süreçlerini içeren akılcılığından ve gerçekliğinden değil de klişeleşmiş milliyetçi söylemden beslenen siyasetin, özellikle de sağ siyasetin çoğu zaman krizlere karşı fikir üretmek yerine milli hassasiyetlere vurgu yapmasının sebebi, ideolojinin bu alttan alta her daim devamlı çalışan ortak hissiyat mekanizmasıdır.
Yukarıda sözü edilen reklamın temel malzemesi tabii ki bayrak sembolü.
Zygmunt Bauman, milliyetçiliklerin sembollere olan ihtiyacını anlatırken, “Ulusun/Milletin, tarihsellikten ve sorgulanabilirlikten arındırılarak, ‘doğallık’ zırhıyla edebileştirilmesi için milliyetçiliklerin ‘doğal birliğe’ ve ‘doğallığa’ sahip olduğunu ilan ettiği ulus/millet, oldukça heterojen ve farklılaşmış bir nüfusu milli efsaneler ve semboller etrafında toplayarak bu iddiaya zemin oluşturmaktadır” der.
Tıpkı ideolojinin kendisini doğallaştırma eğiliminin semboller, mitler ve kodlar yoluyla tezahür etmesi gibi ulusun da tarihsellikten ve sorgulanabilirlikten arındırılabilmesi, milli efsaneler, mitler, anlatılar yoluyla gerçekleşir.
Özgül bir kimliğe ulaşmayı şiar edinen her siyasi irade, öncelikle bu anlatıları oluşturacak kurumları var eder, destekler ya da dönüştürür.
Öte yandan milli sembollere kutsal roller yükleyerek, kullanabileceği bir çeşit söylemsel kısayol oluşturur. Örneğin, “Bu insanlar vatan hainidir çünkü…” gibi gerekçelendirilmeyi bekleyen bir argümanı ortaya attığınızda bu açıklamayı yapmak ve toplumun sizin gibi düşüneceğini varsaydığınız kesimlerinin bu açıklamayı akılcı bir biçimde algılamasını beklemek yerine, “çünkü bayrağımızı yaktılar” demek yeterlidir zira milli söylem zaten sizden önce o bayrak için canını vermeye hazır kitleleri var etmiştir.
2005’te Mersin’de yaşanan bayrak yakma provokasyonunu ve medyanın işe koşulduğu kitlesel linç havasının boyutlarını hiç unutmamakta yarar var.
Bayrağın bir simge olarak bu denli güçlü olmasının bir diğer nedeni, ulusal simgelerin, bireyin bir üyesi olduğunu varsaydığı sanal cemaate duyduğu aidiyetin gelişmesinde önemli bir rol oynamasıdır. Milliyetçiliğin değişik kültürel düzeylerde bulunan ve farklı toplumsal özgeçmişlere sahip insanları nasıl bir araya getirebildiği simgelerin bu yeteneğinde aranmalıdır. Simgeler farklılığı gizleyip ortak olanı öne çıkarmakta, bir grup duygusu yaratmaktadır.
Marş, üniforma, anıt, kutlama gibi simgeleri de bayrağa dâhil edebiliriz ki zaten reklamda görüntüye Recep Tayyip Erdoğan’ın okuduğu İstiklal Marşı şiiri eşlik ediyor.
Partinin ve reklamcıların temel stratejisi, şu gerçeğe dayanıyor: Bu simgeler, bireylere ortak mirasları, kültürel yakınlıları hatırlatarak ortak kimlik ve aidiyet duygularını güçlendirir.
Reklamın dedikodusunu ilk kez paylaşan Cengiz Semercioğlu, “Ben izlemedim ama AK Parti’ye destek vermeyip izleyenler bile, ‘Tüylerimiz diken diken oldu’ diye anlattılar bana bu reklam filmini...” diye yazarken tam da bu durumun bir örneğini seriyordu önümüze.
Düşmansız olmaz
Karanlık bir el bayrağı aşağıya indirmeye çalışıyor. Kim bu karanlık el? Herkes olabilir. Malum, “iç ve dış düşmanlar” çok. Neden yapıyor bunu? “Çünkü güçlü bir Türkiye istemiyorlar. Çünkü aslında bizi kimse sevmiyor. Çünkü iktidar partisinin başarısını çekemiyorlar.” Cevapların da sonu yok - ki o da malum.
Her ulusal kimliğin temel bir argümanı vardır: Aslında heterojen insanların homojen ve anonim bir birlik olarak varlık kazanması, milletin içinde ve dışında bulunan düşmanların söylemsel inşasıyla mümkün olur.
Bu bağlamda milliyetçilik, insanların kendi benzerleriyle bütünleşme yoluyla kendilerini güçlü ve huzurlu hissetmek için tarih boyunca başvurdukları yollardan biridir.
Grup aidiyeti hissinin insanlarda sağladığı rahatlamanın bir görüntüsüdür. Bu aidiyet, grubun üyelerinin ortak yönlerini vurgulayarak “biz” duygusunun geliştirilmesi ya da grubun dışındakileri (ötekileri) dışlayarak ve kötüleyerek grubun dayanışmasın arttırılması şeklinde kurulur.
Karşıya bir düşman dikmenin özelliği her türden ontolojiye açılan kapıları en baştan kilitleyerek karar verme sürecinin bir “ölüm-kalım meselesi” halini alacak kadar uç bir noktaya vardırmasıdır.
Düşman imgeleri, iktidarların eylemlerini bir savunma hareketi olarak meşrulaştırır. Dolayısıyla reklamın bize verdiği, Türkiye’nin varlığına yönelen tehditlerin savuşturulması için yapılması gereken şeyin, mevcut iktidarı desteklemek olduğu mesajıdır.
‘Milliyetçi duygular’ın, dokunulmaması vaaz olunan toplumsal hassasiyetlerin felaketlere, trajedilere ve kapanmaz yaralara yol açtığı bir dünyada; dahası, milliyetçiliğin en saldırgan haliyle resmi ideoloji olarak benimsetildiği, milliyetçi değerlerin en geniş toplumsal oydaşmanın konusu olduğu ve toplumun çok büyük bir kesiminin söz konusu hassasiyetleri ‘canı pahasına’ korumayı şiar edindiği bir ülkede yaşıyoruz.
Şimdi iktidar partisi, toplumsal ve siyasi sorunlara çözüm üretmek yerine içinde bulunduğu ciddi krizi, ötekileştirmeyi ve düşmanlaştırmayı da doğal olarak içeren milliyetçi söyleme sarılarak aşmaya çalışıyor.
Çaba takdire şayan, lakin ne diyordu Howard Zinn kendi ülkesinin muktedirinin elindeki kana işaret ederek? “Hiçbir bayrak, masum insanları katletmenin utancını örtebilecek denli büyük değildir.” Bunu da bir yerlere not düşmeli… (MÇ/BA)
Kaynaklar:
* Zygmunt Bauman, Sosyolojik Düşünmek, Çev: A. Yılmaz (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1998)
* Anthony D. Smith, “Ethno-Symbolism and the Study of Nationalism”, Nations and Nationalism, Der. Philip Spencer&Howard Wollman (Edinburgh: Edinburgh University Press, 2005)
* Baskın Oran, “Milliyetçilik Nedir, Ne Değildir, Nasıl İncelenir?”