Türkiye son otuz-otuz beş yıldır iki siyaset anlayışı arasındaki gerilime tanıklık ediyor. Bunlar arasındaki temel ortaklık ekonomik stratejileriyken (neo-liberalizm), bununla bir düzeyde uyum gösteren devlet rejimi ve kültürel kimlik konusunda aralarında gerilimler doğabildi bugüne kadar. Bunlardan birincisi postmodern-çoğulcu tınıları olan yeni-muhafazakar (bunun geleneksel muhafazakarlıktan farklı olduğunu belirtmeye bilmem gerek var mı?) kültür ve yönetim anlayışıdır. Bu devlet rejimine göre devlet bürokrasisi yerini lider/parti merkeziyetçiliğine ve pragmatist bir yönetim anlayışına bırakır. Bu şekilde hem küresel hem de yerel refleksler güçlendirilirken, merkeziyetçi yapı korunur.
Bu küçük ama güçlü devlet modelinin ANAP ve AKP siyasetinde örneklerini gördük. Bu yaklaşım, eski rejim anlayışın güncel versiyonuyla, yani neo-Kemalist bir zihniyetle gerilim halindeydi. Bu gerilim yeni-muhafazakar parti liderleri ve hükümetler devlet bürokrasisini hiçe saydıkça, dini kimliği öne çıkarıp devletin laiklik ilkesini sorguluyor gibi göründükçe diğerinden tepki topluyordu. Bu ayrışmanın en esaslı noktası laiklik meselesi gibi görünse de, asıl konuşulamayan ve daha kalın gibi duran kırmızı çizgi etnik açıdan devletin dayandığı milli kimliğin dönüşümü ve devlet rejiminde bu temelde gerçekleştirilebilecek yenilik önerileriydi. ANAP zamanında olduğu gibi, yer yer lafı edilen federasyon kavramı da hızla havada aslı kalıyor, önce gök kubbede yankılanan bir hoş sadaya dönüşüp, sonra da yok oluyordu.
Bu iki seçenek arasında tıpkı ANAP’ın ilk yıllarında olduğu gibi, AKP de başlangıçta ehveni şer geldi toplumun önemli bir kesimine. Anlaşılmaz değil... Özellikle AKP 1990’lar gibi kapkara bir dönemin ardından, devleti yeniden yapılandıracağı, barışı önemsediği, kısmi de olsa demokratikleşmeye doğru hamle yapacağı, kalkınmanın ve sosyal reformların öncüsü olacağı konusunda insanların önemli bir kısmını anlaşılır bir biçimde ikna etti. Gerçekten de geçmiş rejimlere göre başarı da kaydetti bir ölçüde. Ama bugün itibariyle AKP gibi neo-liberal bir rejimin geçmişe dönük eleştirel yaklaşımının ve devletçi bir rejimi dönüştürme kapasitesinin de belirli sınırlara sahip olduğu açığa çıktı.
AKP’nin 2000’lerin başında yarattığı sıçramanın çok ötesine geçti toplum tüm dinamikleriyle. Talepler çoğaldı, derinleşti, görünürlük kazandı. Toplum denilen kümeyi hangi kimlik temelinde tanımlayacağımız ve hangi rejim temelinde yöneteceğimiz konusunda, neo-liberal rejimler devlet geleneğinin ve aklının sınırlarını zorlamak konusunda ne yeterince cesaretli olabildi, ne de güçlenen ve gelişen toplumsal dinamiklerin hızına ayak uydurabilecek yapıda oldular. Artık Türkiye bu ikiliğin ötesinde bir paradigma değişimi yaşıyor ve yaşayacak. Türkiye ne neo-liberal rejimlerin kısmi reformlarıyla teselli bulabilir ne de devletçi-tekçi zihniyetlerin baskısına girebilir. Ve bu sürece girdiğimizin ilamı seçim sonuçları olmayacak.
Neo-liberal rejimlerin demokrasi anlayışının sınırları neo-liberal ekonomiyle uyum içinde şekillenir. Buna göre mesele çoğulculuk ve katılımcılıktan çok, çoğunlukçuluktur. Katılım veya demokrasi sandıklarla ve seçimle sınırlı bir katılım biçimini kazanır. Kimi yönetişim teknikleri ve siyasileşmemeleri koşuluyla gelişimlerine izin verilen sivil toplumculuk örnekleri temelinde katılımdan bahsedilse de gerçek anlamda toplumun siyasal katılımını güçlendirmeyi hedefleyen, doğrudan demokrasi tartışmasına dayanan modeller değildir bunlar. Dolayısıyla, AKP’de bu yapıya uygun biçimde sürekli sandıkta kazanılan başarıdan söz etmiş, devlete ve devlet bürokrasisine karşı hükümeti ve seçimle geleni öne çıkartmıştır. Ama demokrasinin geniş anlamını hiçe saymayı, kendi rejimini sürekli otoriter biçimlerde güvence altına almayı da ihmal etmemiştir. Bu anlamda toplumun siyasal alana katılımına izin verdiği söylenemez.
Oysa bugün sistemin izin verdiği asgari demokrasi arenası olarak seçimlere gitmeyi hedefleyen tüm toplumsal dinamikler, bizzat seçim vesilesiyle harekete geçmeyi ve aktive olmayı başararak seçimi anlamsızlaştırmaktadırlar. Yani seçim sadece bir vesileye dönüşürken, toplum giderek daha da fazla parlamento dışında bir alanda politize hale gelmektedir. Üstelik burada en önemli dinamiklerden birini HDP gibi, ne neo-liberal ne de neo-Kemalist olmayan bir partidir. Bu yeni sivil hareketlilik HDP’nin etrafında birikmiştir. Yani Gramscian anlamda bu hareketliliğin moral ve siyasal liderliğini HDP üstlenmiş görünmektedir.
HDP çoğunlukçu değil çoğulcu ve katılımcı demokrasi anlayışıyla yukarıda bahsi geçen gerilimin ötesinde, yeni bir paradigmanın içinden insanlara seslenmektedir. Toplum durdurulmaz biçimde bu yeni söylemin çekimiyle sokaklarda bildiri dağıtarak, sandık başlarında müşahit olarak, miting meydanlarında dinleyici olarak, sosyal medyada bir blog kurucusu olarak, sosyal medya üzerinden protesto gösterisi düzenleyerek, gönüllüler grupları oluşturarak harekete geçmiş ve sivil bir inisiyatif ağı oluşturmuştur. Gezinin ruhu bu sanal ve reel alanlarda dolaşmaktadır. Önce Kürt hareketinin kendi tabanında ve bölgesinde yarattığı algı kırılması, geziyle birlikte batıda da yaşanmıştır ve şimdi bu iki ruh HDP’de buluşma halindedir. CHP’nin yeni politikası da bu değişim rüzgarının bir parçasıdır. Genel ekonomik stratejisi itibariyle neo-liberalizmden tam kopamamış olsa da, sosyal politika alanında gerçekten etkileyici çıkışlar göstererek kulağımızın pasını bir miktar silmeyi başarmıştır CHP. Uzun zamandır telaffuz edilmeyen insanca yaşam koşullarına dair hak söylemine geri dönülme çabası takdire değerdir. Emekçiye dönük kelamları özlemiştik son 35 yıldır.
Velhasıl öyle görünüyor ki daha ileri bir demokrasi talebine sahip çıkan seçmenler ve onların demokrasi arzusu daha seçimlere girilmeden kazanmıştır. Bu arzuyu ete kemiğe büründüren örgütlülüklerin seçim sonuçları ne olursa olsun, toplumdaki bu arzu bastırılabilir görünmemektedir. Benzer bir biçimde toplumda güçlenen barış talebinin de artık askıya alınması pek mümkün değildir. Savaşa ve otoriter anayasal rejimlere ikna edilmiş bir toplum geride kaldı artık. Toplum çoğulculuktan ve katılımcı demokrasiden yana taleplerini güçlendiriyor. Tersi ancak toplum dışı güçlerin toplumu zorla (yani askeri-polisiye güçle) bir süre daha sürükleyeceği bir rotadan ibaret görünmekte. (BY/HK)