Aşağıda okuyacağınız diyalog, seçim sonuçlarının ertesinde, Bakırköy kutlamasının ardından 8 Haziran akşamında bir yakınımla aramda geçen diyalogdur:
SA: E aramadın, tebrik etmeyecek misin biz’i?
XX: Tabi tabi tebrikler (gülüyor). Hepimiz barış istiyoruz sonuçta.
SA: Biz’ler zaten en başından beri barıştan yanayız.
XX: Yani onlar da meclise girecek, vekil olacaklar, bir şekilde affedeceğiz biz de.
SA: Nasıl? Kimi affedeceksiniz? Kim kimi affedecek? Şimdi telefonu kapatıyorum, sonra konuşuruz.
Aylar önce…
Seçim sürecinin yoğun günleri başlamamıştı. Kıştı ve kendisinin nazarında, çok konuşuyordum. Evet çok konuşuyordum, çok anlatıyordum. “Böyle diyorsun ama bak bunlar hep devlet söylemi, devlet bunu bilerek yapar, kurgular ve yaşanmış gibi sunar. Senin gibi (özellikle özne demiyordum) düşünenleri yaratmak için vardır devlet. Bak, sana şunu diyorum, senin ‘onlar’ demene sebep olan da aynı devlet. Bir ulusun kurtuluş mücadelesi için yapılandırılan silahlı bir oluşumun varlığından rahatsız olmanı – gerekçelendirilen kanıları bildiğim için – anlayabilirim, ama kendi mücadele biçimini silahlı bir varoluş mücadelesi içinden kurmayan ancak diline ve coğrafyasına sahip çıkarak mücadele eden herkese, yine aynı devlet söyleminin yarattığı kurguyla ‘terörist’ deyip, tarafını bu açıdan tanımlamanın yanlışlığını da anlatabilirim sana. Sahi hiç ‘onlar’ diye genelleyerek hitap ettiklerinin gazetelerini okuyor musun? ‘Onlar’ın haberlerini ‘onlar’dan aldığın oldu mu hiç?” “Ama onlar şunu şunu yaptı, şu kadar asker...” “Bak ben sana başka bir şey diyorum, hiç diyorum, televizyondan duydukların dışında, başka bir yerden okuyor musun? Şu takip ettiğin siteleri kastetmiyorum, bayrağın sürekli arka planda, ön planda, sağ planda, sol planda olduğu sitelerden, facebook sayfalarından bahsetmiyorum.” “E o sitelerde okuyorum zaten”, “nasıl öldürdüler anlatıyorlar, terörist onlar çünkü, bebekleri katlettiler çünkü ...” diye malum yere gidiyor konuşmamız.
Çok konuştum kışın. Bir kışın en soğuk akşamlarında konuştum. Yine tartıştığımız bir gün dedi ki, “Seninle artık ‘politika’ konuşmak istemiyorum yoksa bir daha görüşemeyeceğiz!” “Olur” dedim. Şimdi bunu yazarken, seçim günü müşahitlik yaptığımda, bir önceki seçimde hükümet kurma görevini alan partinin (AKP) görevlisiyle aramda geçen diyalogu anımsadım.
Dedi ki, “Hayırdır, senin politikayla ne işin var?”; ben de cevap verdim “Yaşamak politik bir uğraştır”. Benimle bir daha politika konuşmayacağını söyleyen yakınıma da bunu anlatmaya çalışıyordum. Aramızdaki yaşamsal bağı bitiriyorsun aslında demeliydim ona da.
Bir “arkadaşım” vardı, ki gönlü çok güzeldi, çok severdim onu da. Gönül dedin mi bana, bende akan sular durur çünkü. Bir gün yine konuşuyoruz onunla, dedi ki “ben şehit ailelerini ziyaret ediyorum, askerde çocuklarını kaybeden annelerle konuşuyorum.” “O çocukları öldürenleri savunma bana diyordu, o annelerin acısından haberin var mı senin?” “Savaşı ve ölümleri başlatan onlar değildi”, dedim. Takatim kalmamıştı ve kızmaya başlıyordum ve ne yazık ki önce “en azından o anneler, o bedenlere dokunabilmişler” dedim ve “sana çok da uzak olmayan bir coğrafyada anneler çocuklarının bedenlerine (belki de son kez) dokunmak için yol gözlüyor ve o annelerin gözlerine basmadan yürünemiyor oralarda, bundan haberin var mı?” diye ekleyebildim. Devlet tarafından “kaçınılmaz hata” olarak görülen katliamın (Roboski) seneyi devriyesinde konuşuyorduk bunu, ben yine anlatmaya çalışıyordum ve yine çok konuşuyordum.
Çok güzel bir yılın (2013) Haziran’ından sonra, güzel bir Ağustos’ta bana hiç benzemeyen birine temas etmiştim. Okuduklarıma, bildiklerime yüzlercesi, binlercesi eklenmişti. Çünkü çocukların gözlerine değen cinayetleri anlatmıştı bana. O anlattıkça o geçmiş bana daha da değiyordu artık. Değişiyordum. Her temas iz bırakır ve değiştirirçünkü. Ben de bu arkadaşıma, o yakınıma, şu tanıdığa onlarla çok konuşarak, hep konuşarak temas etmeye çalışıyordum, olmuyordu. Dahası kimisiyle konuştukça, sözcüklerindeki nefreti de duymaya başlamıştım: “Özerklik mi? O zaman ‘biz’ de ‘onlar’ın İstanbul’a girmesine izin vermeyiz. Sokağımda gezdirmem”, demişti o arkadaşım.
“Faşizm öğreticidir, insana garip sorular sordurur”, diyordu ya Günçe, ben de hâlihazırdaki büyük hikâyenin içinde kalmaya adeta can atanların, sadece kendine benzeyene yakınlık kuranların ‘güzel’ gönüllerine dair o zamana kadar aklıma gelmeyen – benim için oldukça garip – sorular soruyordum.
Affetme meselesi
“Yani onlar da meclise girecek, vekil olacaklar, bir şekilde affedeceğiz biz de” diyordu. Bu affetme meselesi önemli mesele. Cümlenin sahibi için erdemli olmayla da alakalı. Erdemli olmak da hoşgörülü olmak onun nazarında. Yani “onlar o kadar kötülük yapmış olsalar bile, biz onları bir şekilde affedeceğiz.” Yani “iyi niyetli olan biziz” diyor. Kurgulanmış hikâyeyi meşrulaştırma biçimi olarak affetmek… Olan şu, devlet bir söylem, bir hikâyeleme, bir tarih yaratıyor. Dahası, bu tarihi kabul eden, gerçek sanan ve “onlar” diyenleri de yaratıyor. Bu kurgulanmış hikâyeler de “iyi niyetle” meşrulaştırılıyor. Yani iyi niyet aslında “biz”i ve “onlar”ı meşrulaştırıyor.
Şimdi ben bu iyi niyetin karşısında, infazlardan, soykırımlardan, katliamlardan ve kayıplardan bahsetsem ve “gel önce bu bahsettiklerime sebep olan niyetlerden söz edelim ve hakikatle yüzleşelim” desem, ve düşmanlığın neden ve nasıl yaratıldığını anlatmaya çalışsam – ki defalarca denedim, yine denerim, yine çok konuşurum – ama sözde affetmenin, kendini (“devleti” demeliydim) meşrulaştırmak için iş gören en güçlü duygu olduğunu anlatamam. Hakikatle yüzleşmek demek, kendinle yüzleşmek, kendinle hesaplaşmak demektir, kendini ve yaratılan tarihi meşru kılmak için affetmek değil. Çünkü bu yüzleşmenin yaşanmadığı her sözde affediş içinde bir hiyerarşi barındırır. Affedecek olanlar kendilerini kral koltuğunda sanıyor, önlerinde de diz çökmüş ve boyun eğmiş bir biçimde oturanlar var sanki. Çünkü ancak boyun eğenleri tanıyorlar ve affediyorlar.
“Onlar da meclise girecek, vekil olacak” dediği kişiler, halkların demokratik haklarının inkâr edilmesine karşı duracak olanlar, boyun eğenler değil, baş kaldıranlar. Yani tüm sistemli ve kurgusal politikaların ve uygulamaların karşısında herkesin hakkı için dimdik duracak olanlar.
Bugünler…
Diyarbakır mitingindeki patlamadan sonraydı, “O kadar çok ölüyoruz ki” başlıklı bir e-posta yazmıştım. Bir doğum günü mesajı atıyordum oysaki. Yaşamanın politik bir mesele olduğunu, coğrafyası ve dili sayesinde öğrenen birine yazıyordum. “İyi ki doğdum diyemiyorum,” diye yazmıştı bana, “bu dünyaya iyi ki geldim diyecek halim yok…” Yaşam, ölümler olduğu için politik bir meseleydi, çok iyi biliyordu bunu.
Bazı “yakınlarımız” içinse yaşam affetme uğraşı olduğu için politik demek ki. Düşünsenize “Biz’ler Meclis’e” hep birlikte gireceğimiz için yüzde 13,2’lik bir kısmımızı affetmeleri gerekiyor. Çok işleri var ama ne olmuştu diye sormaktan, temas etmekten ve en önemlisi hakikatle yüzleşmekten daha kolay tabii. (SA/HK)