*Türkan Şoray, Uludağ'da hayranlaıyla...
40’lı yılların bitmesine az kalmıştı. Tophane’deki İtalyan lisesinde okumakta olan babam, skide ustalaşmış arkadaşları Hans Wilbrandt vebilhassa Enrico Aliotti’nin ısrarıyla Uludağ’a ilk defa çıkıyordu.
Bursa’da tutulmuş olan araba onları Kirazlıyayla’daki sanatoryuma kadar götürmüş, sonrasına yürüyerek devam etmişlerdi. Zaten o zamanlar teknolojik imkânlardan mahrum pistlerden de skileri sırtlayarak tırmanıyor, büyük bir çabayla kazanılmış irtifanın değerini çok daha fazla biliyorlardı.
Hava çok çetin, dağ çok karlı olduğu zaman da Kirazlıyayla’dan yukarı devam edebilmek için çantaları ve her türlü kayak teçhizatını katırların küfelerine yüklüyor, geceledikleri Spor Bakanlığı’na ait Kayakevi’ne ancak öyle ulaşıyorlardı. Bir keresinde küfenin içinde soğuktan donma tehlikesi geçirmiş bir arkadaşları bile olmuştu.
Müdavimleri oldukları dağda, bekârlar grubu hevesleriyle defalarca ski yaptılar, ustalaştılar, eğlendiler, bazıları riskli olmak üzere birçok macera yaşadılar. Bir süre sonra kadınlı erkekli gruplar halinde dağa çıkmaya başladılar; bilhassa Beceren otelin sağladığı mütevazı ve sıcak atmosferde unutulmaz tatiller yaptılar. Bütün gün ski yaptıktan sonra kızışmış vücutların evliliklerine büyük faydası olduğunu ifade edenler de oldu.
Fakat Uludağ kısa zamanda daha geniş kitleler tarafından sevilmeye başlayınca hızla değişmeye de başlamıştı. Fazlasıyla popüler olan kayak merkezinin sportif ruhu önemsizleşirken, Uludağ ve otelleri meşhurların ve “sosyete”nin uğrak yeri haline geliyordu. Peş peşe inşa edilen konaklama tesislerinin çirkin mimarisi manzarayı iyice bozuyor, fiyatların artmasıyla orada tatil yapmanın tadı iyice kaçıyordu.
Favorim Kuşaklı pistine ihanet etme pahasına ebeveynlerimiz bizi komşu Bulgaristan’a götürmeye başladılar. Komünist rejimde kurulmuş ski merkezlerinde sistem dört dörtlük çalışıyor, upuzun pistler kayakçılara adeta sınırsız imkânlar sunuyordu.
Orası da yetmeyince ailelerimizin rotası Avusturya’ya döndü. Bereketli ormanlarla süslü Alpler’in azameti bir yana, coğrafyayla bütünleşmiş yerel halkın cömertçe sunduğu geleneksel konaklama imkânları tatillerimizi taçlandırdı.
Sadece yıldızların ışığı altında, gayet bakımlı ve güçlü atların çektiği kızaklı faytonla vadiden vadiye sessizce süzülürken, battaniyelerin ısıttığı biz çocuklar ne kadar da mutluyduk!
Buz pateni hevesimizi de, çok kısaca da olsa tatmin ettik; o yıllardan geriye bir tek kır kayağı veya kayaklı koşu denen spor içimde ukde kaldı; üstelik Türkiye’nin coğrafi yapısı o işe ne kadar da elverişliydi…
Kış sporları neden sevilmez?
Oysa kayak ve ayrıca tenis dünyasının yakından tanıdığı Demir Ataş Türkiye’de her türlü kış sporunun yerleşmesi, yayılması ve ilerlemesi için bir zamanlar elinden geleni ardına koymamıştı. Kayak sporunu öğreten bir kitap yazıp yayımlamış, Türkiye’de üretilmediğinden ithal edilmek zorunda kalınan ve o yüzden de gayet pahalı olan her türlü ski teçhizatını üretmek için fabrika bile açmıştı.
Geriye dönüp bakıldığında, bir ara kayak federasyonunun da başında da olan Ataş misyonunda başarılı oldu mu? diye sormak mümkün. Tamam, kış sporları Türkiye’de daha çok tanınır oldu, Uludağ stilinde daha birçok kayak merkezi açıldı, başka diyarlardan gelip kış tatillerini burada geçirmeye başlayanlar oldu. O zamandan bu zamana buz pateni dahil uluslararası yarışmalarda belirli başarılar da elde edildi, ama kar yağdığı zaman hâlâ köy yollarının kapandığı bir coğrafyada kayak ve diğer kış sporları halkın geniş kitlelerine yayıldı mı, yoksa belirli elit kesimlerin tekelinde mi kaldı?
Acaba kış sporları dahil, türlü türlü spor dalları birer lüks müydü, yoksa her bedene kesinlikle faydalı olan bir ihtiyaç mıydı?
Pandemi yüzünden bilhassa dar alanlara kıstırılmış olduğumuz bu son zamanlarda evde yaptığımız jimnastik ve benzerleri bile bize cömertçe şifa dağıtmıyor muydu?
Herkesin ulaşabileceği spor tesisleri ve imkânları devletin sunması gereken belli başlı hizmetlerden değil miydi?
Yoksa böyle bir yaklaşım fazla sosyalist tavırlı mı addediliyordu?
Sağlam kafa, sağlam vücutta bulunmuyor muydu?
Açık havada muhtelif sportif faaliyetlerde bulunmak havalandırması doğru dürüst çalışmayan kapalı mekânlarda form tutmaktan katbekat sağlıklı değil miydi?
Durağan bir hayatta güçsüz bedenler, obez bünyeler, atiklikten uzak sakar tavırlar birilerinin işine mi geliyordu?
Yoksa gezegeni zapt etmiş kapitalist düzen kendi başına ayakta kalabilecek güçlü insanlar değil de mütemadiyen hizmet ve ürün bekleyen pasif toplumlar mı tercih ediyordu?
Oğlago’nun dirayeti
Türkiye’yi Olimpiyatlar’da dört defa temsil etmiş Muşlu Sabahattin Oğlago bu tavrın tam tersini kendine şiar etmiş gibi görünüyor. Bu kendi tercihi mi olmuştur yoksa malum Anadolu şartları mı onu buna zorlamıştır bilinmez, ama kayaklarını şahsen parafinleyerek, doğru dürüst antrenörü olmadan, düzenli doktor gözetiminden mahrum, tavsiye verebilecek diyetisyen yokluğunda ve bilhassa sponsoru olmadan kır kayağı/kayaklı koşu sporunu uzun yıllardan beri idealistçe sürdürüyor. Dünyayı inleten medya hegemonyasına rağmen verdiği röportajlar bile çok kısıtlı.
Demir Ataş’ın düşündüğü gibi Türkiye’nin coğrafyası ve meteorolojik şartları kır kayağına çok müsait olmasına rağmen bu spor dalı ülkede neden hâlâ üvey evlat muamelesi görüyor acaba?
Yönetmenliğini Efe Öztezdoğan’ın yaptığı Oğlago başlıklı belgesel sadece 6 dakikalık bir film olsa da mesajını verimli biçimde aktarıyor. 2020 yapımı belgeselin yönetmeni Öztezdoğan’ın Road to Tokyo başlıklı projesi İKSV İstanbul Film Festivali kapsamındaki 2021 Köprüde Buluşmalarında Film Geliştirme Atölyesine daha yeni seçildi.
Mütevazı kahramanına hayran olduğumuz Oğlago belgeselinde, Türkiye’de kampa girmiş ve sonradan Soçi Olimpiyatları’nda altın madalya kazanınca ülkelerinde millî kahraman mertebesine yükseltilmiş olan Ukrayna kadın biatlon takımının hazırlık şartları Sabahattin’inkilerle mukayese ediliyor. Biatloncuları adım adım takip eden 17 kişilik profesyonel bir ekip mevzubahisken Oğlago sanki tek kişilik bir ordu!
Besteci Alper Maral imzasını taşıyan müzik, belgeselin huzurlu olduğu kadar gizemli atmosferini farklı tını ve akorlarla pekiştirirken, karla kaplı uçsuz bucaksız kır kayağı parkurlarının estetiğini de taçlandırıyor.
Şimdiye kadar olimpiyatlarda madalya kazanmamış olsa da kahramanımız, yerleşim merkezlerinin gürültülü ortamından uzak, ince ve uzun kayaklarının kara ritmik olarak sürtünürken çıkardığı o tatlı hışırtının eşliğinde çalışmalarını dirayetle sürdürüyor.
2008’de Bulgaristan’ın Borovets kayak merkezinde bronz madalya kazanmış olan Oğlago’yla yollarımızın arada uzun yıllar bulunmasına rağmen komşuda çakışmış olması, nostalji duygularımın uyanmasına sebep oldu diyebilirim…
Berlinale’den FIPRESCI ödüllü
Nostaljik olmanın tercih edilmediği Bariloche’de mazi sanki gizemli bir sis perdesinin arkasında tetikte bekliyor. 50 sene önce kimsenin adını bile duymadığı Arjantin’in Patagonya bölgesindeki sakin yerleşim merkezi, bugün Güney Amerika kıtasının en meşhur kayak tesislerini ister istemez misafir ediyor…
İspanyolca konuşsalar da Almanya kökenleri telaffuzlarından sezilen üç yaşlı adam, Otto Meiling, Herbert Tutzauer ve Horst Thienemann oralara ski kültürünü ilk getirenlerin kendileri olduğunu iddia ediyorlar adeta. Kitap ve dergilerden öğrenerek kayak imal ettiklerini, bu sayede oranın kaderini bir şekilde değiştirdiklerini ifade ediyorlar. Fakat bir yandan da oranın karanlık geçmişi hakkında Otto, “Gerçek hikâyeyi kimse bilmiyor, herkesin kendine göre anlattığı bir mazi var” diyecek kadar da gizemli takılıyor.
Acaba bu üç adam Nazi rejiminin bir parçası olduklarından o zamanlar buraya kaçıp gözden ırak kalmayı tercih edenlerden mi? suali ister istemez insanın aklına geliyor.
Ne de olsa Ski (Esquí/Kayak) başlıklı 75 dakikalık kurmaca film kendine has, tedirgin edici atmosferiyle her türlü paranoyayı uyandıracak kapasitede. 1990 Bariloche doğumlu Manque La Banca’nın yönetmiş, senaryosunu yazmış ve montajına katkıda bulunmuş olduğu 2021 Arjantin/Brezilya yapımı film Berlinale Forum 2021’de uluslararası eleştirmenler federasyonu FIPRESCI ödülüne layık görülmüş.
Gerilim bizi nereye götürüyor?
Filmin başından itibaren kendimizi vintıç bir estetiğin içinde buluyoruz. Kapitalist düzeni belirli bir gecikmeyle takip eden Güney Amerika kıtasının bizde nostalji yaratabilecek unsurları arasında Demir Ataş’ın kayak öğrenme kitabına tıpatıp benzeyen bir ski kitabının sayfalarına tek tek bakıyoruz.
Sekanslardaki ani kesmelerle kendimizi sık sık kayak pistinin ortasında, hızlı slalom figürlerinin agresif dinamiklerinin içinde de bulabiliyoruz.
Kör kör parmağım gözüne denebilecek kaba bir montajla kiç bir gerilim filmi izlediğimize kısa zamanda ikna oluyoruz. Gizem kendini yavaş yavaş ele veriyor, dağda sık sık olan garip kazalardan, mesela çığ altında kalıp ölen kepçe şoförlerinden haberdar oluyor, aynı zamanda bir derede yüzüstü yüzmekte olan bir cesetle de haşır neşir oluyoruz…
Kayakçılara hizmet veren telesiyejde görevli genç, koyu tenli bir adam. Oraların kadim halkının fertlerinden olduğu belli. İşi çok monoton, adamcağız mutsuz, eldivensiz elleri üşüyor…
Simsiyah pelerininden başka bir tek kıpkırmızı gözleri görünen dağdaki bir hayaletten bahsediliyor; gözleri o kadar kuvvetli ışık saçıyor ki baktığı yeri aydınlatıyor…
Bir genç kadın Yeti kostümü giyerek coğrafyanın yerlilerinden olduğu belli bir kız çocuğunu korkutucu oyununa dahil ediyor…
Arada, kentin varoşlarında, derme çatma kulübelerde yaşayıp zar zor geçinen iki esmer genç erkekle röportaj yapılırken eserin belgesel tadı da iyice pekişiyor.
Fim klasik anlamda bir anlatım çizgisinden mütemadiyen kaçınırken gerilim iyice artıyor, seyircide yaratılan tedirginlik, kanlı bir finalle karşılaşma ihtimalini akla getiriyor.
Katil devlet
Fakat sonlara doğru meselenin “Katil bir devlet”le alakalı olduğunu anlıyoruz. Coğrafyanın kadim halkları Mapuçeler ve Tehuelçeler’in geçmişte katledildiklerini, kendi topraklarından sürüldüklerini, ucuz iş gücü haline indirgendiklerini, coşkulu bir protesto yürüyüşünden ve ayrıca bir üst sesten öğreniyoruz. Ellerinden alınan toprakların Avrupalı beyazlara yok pahasına dağıtıldığını da.
Üstelik sömürgecilere has bu tavrın günümüzde, demokratik olduğu iddia eden düzende aynen sürdüğünü, Arjantin’in bir önceki başkanı Mauricio Macri döneminde bile güvenlik kuvvetlerinin suç işlemeye devam ettiğini idrak ediyoruz. Aslında bölgeye kayak sporunu getirdiğini söyleyip mazinin unutulduğunu iddia eden nalet Otto da yalan söylüyordur. Toplumda gelişmiş toplu inkâr dinamiğinin bir parçasıdır o da sadece.
Bu vaziyet karşısında taraf tutmayanların işbirlikçi konumuna düştükleri de bize usulca hatırlatılıyor.
Bariloche’deki esrarengiz atmosfer, garip kazalar, beklenmeyen ölümler, coğrafyada daha önce yaşanmış olanların ve halen sürmekte olan haksızlıkların bir lanetidir aslında, dağlar unutmamıştır, coğrafya kanlıdır, dağlar lanetlidir…
İstanbul’a doğru arada sırada Uludağ’dan esen rüzgâra keşişleme dendiği aklıma geliyor. Dağda ski yapmak üzere oralara ilk dadananlara, manastır ve kiliselerinden pek iz kalmamış Ortodoks keşişlerin laneti değmiş midir acaba?
Kesin olan bir şey varsa o da babamın hâlâ minnetle andığı dağdaki kılavuzu, müteveffa Enrico Aliotti’nin doksan yaşına kadar yaşadığı ve iyi de yaşamış olduğu…
Ama bu arada yurt sathında iyice popüler olan skiye kayak denir oldu, fakat ne yazık ki sonradan jetski çıktı ve başımıza kesinlikle bela oldu; merhum Levent Kırca haklıydı!
(RL/EMK)