“Diyarbakır’dan Silopi’ye gidiyorum, Şırnak’a.”
“Kürtçe biliyor musun?”
“Yok”
“Ne yapmaya gidiyorsun?”
“Silopi’de termik santraller var, onları incelemeye gidiyorum. Çevreciyim ben.”
Gözümü açtım.
Mezopotamya’dayım. Karşımda kocaman bir dağ. Cudi olsa gerek.
Cudi, Şırnak.
Gözümü kapadım.
Ankara’dayım. Sene 93-95. Dedemin evindeyim. Televizyona bakıyoruz. Dedem ve ananemin elleri yüreğinde. Dayım asker, dağda. Haberleri bekliyoruz.
Heralde hayatımda ilk defa bir yere giderken çekiniyorum. Korku değil, utanç mı diyelim? Küçük hayat hikayeleri yazmayı meslek edindim ve birazdan tanışacağım insanların – kendi deyimleriyle – “hayatları roman olur”. Ben bu romanı tam olarak bilmiyorum bile. Beyaz Türk’ün Kürdistan’la imtihanı.
Otogardan Hacı heval alıyor beni. Eşi Jiyan ve beş çocuğuyla yaşadıkları eve götürüyor. Onların misafiriyim. Yolda sarı, yeşil, kırmızı otobüs duraklarında çift dilli yazılar görüyorum. Çok geç kazanılmış bir hak. Milletim, ülkem adına mahçup hissediyorum kendimi.
Sıcak, çok sıcak. Öyle sıcak ki yer kavruluyor, ateş olup kollarımı, yüzümü yakıyor sanki. Ancak eve vardığımızda hafif bir serinlik geliyor. Son güç çalışan klimanın altında biraz nefes almaya çalışıyoruz.
“Çok şanslısınız. Bizde pek sık elektrik kesintileri olur. Şehir merkezinde elektrik yoktu da, neyse evde varmış. Klimasız durulacak gibi değil. Elektrik bir gidiyor, tüm gün gelmiyor. Ramazanda daha da zor.”
Heval Jiyan ile “ortak dilimiz Türkçe” konuşuyoruz. HDP’den, Demirtaş’tan, Yüksekdağ’dan bahsediyoruz.
“Türk müsün?”
“Evet”
“Bir keresinde otobüsle seyahat ediyorduk. Bana öyle bakıyorlardı ki… Oğlum Cuwan’a seslenemedim, Cuwan diyemedim.”
“Kürtçe biliyor musun?”
“Üç beş kelime: rojbaş, spas, heval. Bir de sloganlar tabii.”
“Hangisi?”
“Jin, jiyan, azadi”
“Al işte burası: al bu Jin, bu Jiyan, aha bu da azadi”
Herkes kahkahalarla gülüyor, ben ise mahcubiyetle kıvranıyorum. Ne diye bir kaç kelime daha öğrenememiştim ki?
***
İftardan sonra şehir merkezindeki Sanat Sokağı’na inanıyoruz. Ardı ardına bir sürü küçük masalar ve etrafında çay içen adamlarla dolu boylu boyunca bir sokak. Jiyan heval yanıma geliyor: “Bir kaç sene önce bastık burayı biz kadınlar. Hepsini kaldırdık, biz oturduk. Ama hiçbir şey değişmedi, yine adamlar oturuyor.”
Cevap verecek oluyorum, korkunç bir kömür kokusu genzimi kesiyor. Biga’dakine benzer, ama daha da ağır bir koku. Dayanılacak gibi değil. Gözlerim yanıyor dumandan, nefesim kesiliyor.
Şırnak, Silopi’de aktif çalışan iki adet termik santral var. İki termik santral inşaat halinde.
Silopi’ye ilk termik santral 1999 yılında Karadeniz Enerji grubu ile gelmiş. 192 MW ile Silopi ve İdil ilçelerinde üretim yapıyor.
Dönemin başbakanı Erdoğan’ın katılımıyla açılan CİNER termik santralin birinci ünitesi 2009 yılında, ikinci ünitesi 10 Nisan 2015’te açılmış. Üçüncü ünitenin de 2015’in ikinci yarısında açılması planlanıyor. Her ünite 135 MW kapasiteli.
Şırnak Elektrik Üretim A.Ş.’ye ait, Silopi’de, 2013’te temeli atılan, 2016’da devreye alınacak her biri 135 MW kapasiteli üç üniteli termik santralin inşaatı devam ediyor.
Şırnak il merkezinde 2012’de Galata Enerji Üretim A.Ş. ve Çin Ulusal Elektrik Mühendisliği ortaklığıyla her biri 135 MW kapasiteli iki üniteli termik santal inşaat halinde.
Çevredekilerden aldığım bilgiye göre termik santral sayısı beşe çıkacak.
***
Cudi Ekoloji ve Kültür Derneği’nden arkadaşlarla, bir masanın etrafına oturuyoruz. 2007’den beri verilen termik santral mücadelesini anlatıyorlar:
“İlk açıldığı zaman açılışına o dönemin Başbakanı Erdoğan gelmişti. O zaman bir genç ‘Siz bizi zehirlemeye geldiniz’ dedi, cevap olarak ‘Konuşma, nankör. Biz size ekmek vermeye geldik’ aldı. İnsanları susturmanın çok güzel bir yolunu bulmuşlar, her aileden bir kişiyi santralde çalıştırıyorlar.”
“Devlet buradaki insanları kendine muhtaç hale getirdi, köle haline getirdi. İşsizliğin çok yüksek olduğu bu bölgede iş ile kandırdı. Sanki o termik santral gitse herkes açlıktan ölecek, haline getirdiler.”
“Termik santralin hemen bitişiğinde okul yapmışlar, “Park Elektrik Lisesi”. Mesela hastaneye ambulans veriyorlar.”
Biga’daki, Karabiga’daki İÇDAŞ sosyal tesisleri, halı sahaları aklıma geliyor. Anlattıklarından, devlet sömürmeye geldi mi Türk, Kürt ayırmadan yaptığını anlıyorum. Sömürüye karşı mücadelede ise ayrılıyor: Türk ise çevreci, Kürt ise terörist oluyor.
“Türkiye medyasında sesimizi duyuramıyoruz. Mesela Karadeniz’de HES mücadelesinde ya da Mersin Akkuyu’da Nükleer Santral olduğu zaman Türkiye’nin gözü, kulağı orada oluyor. Ama Cudi’deki termik santrali kimse duymuyor.”
“Elimizde dilek fenerleriyle kömürlü termik santrallere karşı eylem yaptık, fenerleri gökyüzüne bıraktık. Ne kadar modern, medeni değil mi? Ertesi gün Silopili teröristler ortalığı karıştırdı diye haberimizi yaptılar.”
***
Ertesi gün sabah erkenden Hacı Heval ve genç çevreci Cuwan’la birlikte CİNER termik santraline doğru, Cudi Dağı’nın taşlı yollarına koyulduk. O gün de, bugün olduğu gibi dağın eteklerinde yangın vardı.
Cuwan heyecanla ateşe baktı: “Baba kim yaktı? Asker mi?”
“Asker niye yaksın oğlum? Barış var artık.”
Ben olanca saflığımla kendimce açıklamaya çalıştım: “Bazen köylüler tarlayı temizlemek için tarlada kalanları yakarlar. Kökleri, otları falan. Anız yakımı derler buna. Bazen o anız yakımı sıçrar, yangın olur…”
Cuwan atıldı: “Köylüler niye yaksın ki? Biz çok seviyoruz Cudi Dağı’nı.”
***
Yollardan geçtik, termik santrale vardık. Gözlüklü bir güvenlik görevlisi benim oturduğum sağ taraftan arabaya yanaştı. Camı açtık:
“Termik santral çalışmıyor mu?”
Güvenlik görevlisi gözlerini dikti arabanının içine. Kapıya doğru iyice yanaştı. Aralanmış ağzında sarı, kahverengi dişleri görünüyordu…
“Ne yapıcan?”
“Biz burada oturuyoruz da, merak ettik. Duman çıkmıyor, ramazan diye mi?”
“Sana ne?”
“İçeriye giremez miyiz? Akşam mı çalışıyor santral?”
“Giremezsiniz. He, akşam çalışıyor. He, ramazan diye. Ne yapıcan?”
Devletin sarı dişleri üzerimizde.
Daha iyi görmek için tepelere çıktık. Cudi’deki maden havzalarını görünce içim sızladı. Sırf kömür çıkarmak için koskoca dağı yere indirmişler.
Arabayla dağdan iniyoruz. Cuwan soruyor:
“Özgecan Abla, bir şey yapmadın?”
“Ne yapalım?”
“Bunlar kapatılsın, bir şey yapmayacak mısın?”
Termik santralin yakınındaki Besbin (Görümlü) HDP İlçe Eşbaşkanı Veli Karadeniz ile konuşuyoruz.
İlçede daha önce kanser olmadığını, düşük olmadığını şimdi ise senede kırk, elli kadının düşük yaptığını, akrabalarını kanserden kaybettiğini anlatıyor:
“1000 kişi çalıştırılıyor, buradan sadece 80 kişi çalışıyor. Çin’den işçi getiriyorlar, mühendis diye, kalifiye işçi diye kandırıyorlar. Ben karşı çıktım, ben karşı çıktım diye kardeşimi işten çıkardılar. Bunun kime ne yararı var?”
“Silopi’nin en güzel narları, inciri burada yetişir, buradan yenirdi. Son zamanlarda o meyvelerin kurudu, tadı bile değişti. Çocukluğumdan hatırladığım o narlar, incirler yok artık. Narın, incirin yarısı çürük çıkıyor.”
Cudi Ekoloji ve Kültür Derneği’nden Fadıl Tay’ın dediği gibi:
“Kömürle ilgili her şey tehlikeli. Toprak sömürülüyor, havamız suyumuz zehirleniyor. Şırnak’ta kömür madenlerinde her ay bir kişi ölüyor, kimsenin haberi olmuyor. Kömür tek çaremiz değil, buradaki toprak, su, meyve, sebze herkese yeter. 90’lardan önce açlıktan ölmüyorduk, kömür olmazsa bundan sonra da ölmeyiz.”
***
Dönerken, iyice bellediğim Cudi’ye tekrar bakıyorum.
“90’lı yıllarda ben seni nasıl yok ediyordum? Nasıl öldürüyordum? Bombalarla, tüfeklerle… Ama şimdi hem seni öldürüyorum, hem senin üzerinden para kazanıyorum, hem senin doğana ve kültürüne tecavüz ediyorum.”
O dağlarda, o taşlarda, o dağlar ve o taşlar uğruna bir savaş yaşandı. Cudi Dağı’nda kaç kişi öldü? Uğruna o kadar can verilen o taşların böylesine yıkılmasına, yakılmasına nasıl sırtımızı çevirebiliriz? Daha fazla kar uğruna, savaşta bile yıkılmamış o koskoca dağı yıkan şirketlere nasıl göz yumabiliriz?
Ben de Cudi’yi çok seviyorum. (ÖK/EKN)
* Bu yazı 20 Temmuz ve 21 Temmuz’da Yeşil Gazete’de yayımlandı.