“Pazartesi sendromu”, karoshi (aşırı çalışmadan kaynaklı yorgunluk ve strese bağlı ölüm), uzun ve yoğun çalışmaya bağlı meslek hastalıkları, kariyer savaşları, mobbing, 7/24 boyutlarına varmış işkolizm… Günümüzde ‘çalışma’nın bir parçası, ‘olağan’ sonuçları haline gelmiş durumda.
Teknolojideki bütün ilerlemelere karşın çalışma sürelerinin ve yoğunluğunun azalacağı yerde artması, çalışanları sadece fiziksel yönden değil zihinsel bakımdan da tüketen bir hal alması, işten kaynaklı stres, işsizlik ve işsiz kalma korkusunun büyümesi vb. gibi ‘eski’ dertleri de bunlara eklediğinizde ortaya tam anlamıyla bir ‘cehennem hayatı’ manzarası çıkar.
Zaten kapitalizmin ‘çalışma’yı zorlamaya (zora) dayalı bir mecburiyet haline getiren kendinden önceki köleci ve feodal sistemlerden bir farkı da burada. Kendinden önceki sınıflı toplumlarda olduğu gibi kapitalizmde de çalışma, insanın içinden gelerek yaptığı, gönüllü bir faaliyet olmayıp aç kalma korkusu başta olmak üzere dış baskılar sonucu katlanmak zorunda kaldığı bir eziyettir. Bu sistemde işçi, üretim faaliyeti sırasında aslında insan olarak kendini gerçekleştirdiği duygusunu hiçbir zaman yaşamaz. Başından sonuna kadar kendi dışında akan, yabancılaştığı bir süreçtir bu onun için.
Çünkü daha işin başında, emeğinin ürünleri ona yabancılaşmıştır. Ki bu da bir 'sonuç'tur. Bu sonucu doğuran asıl yabancılaşma, “üretim eylemi içinde, üretici faaliyet sırasında” ortaya çıkar. “Eğer işçi üretim eyleminin ta içinde kendi kendisinden yabancılaşmasaydı, kendi emek ürünü işçinin karşısına nasıl yabancı olarak çıkardı” diye sorar Marx.
Bu yabancılaşma, işçi ile iş arasındaki ilişkide kendisini 'nefret' ve 'kaçış' olarak gösterir. Bu koşullar altında çalışma, emekçilere, insani bir ihtiyaç ve keyif olarak değil zorunluluk nedeniyle katlanılan bir angarya olarak görünür.
Üstelik teknoloji geliştikçe bu yabancılaşma derinleşir, bu faaliyet büsbütün tüketici bir hal alır. Kapitalizm, gelişkinliği ölçüsünde işçinin fiziksel ve düşünsel bütün gücünü doymak bilmez bir iştahla emer. İnsanlar artık çalışmaktan yaşamaya fırsat bulamaz hale gelirler. ‘Yaşama’ ile ‘çalışma’ arasındaki ilişki yer değiştirir. Yaşamak için çalışmanın yerini çalışmak için yaşamanın aldığı öldürücü bir yarış başlar.
Sonuç olarak insana, bıkkınlık ve çaresizlik içinde “bilmem ki bu dünyaya biz niye geldik” sorusunu sorduracak uzunluk, yoğunluk ve tüketicilikte bir ‘çalışma’ gerçekliğiyle karşı karşıyayızdır.
Peki kapitalizmle sosyalizm arasında bu açıdan bir fark var mıdır ? Sınıfsız komünist toplumun başlangıç aşaması olarak sosyalizm insanlığa ne vadeder bu konuda?..
Bu soruya verilecek yanıt iki açıdan önemlidir:
1) Kapitalizmin tek geçerli alternatifi olarak sosyalizme kitleler nezdinde hak ettiği ilgi ve çekiciliği (tekrar) kazandırmak açısından önem taşır bu yanıt,
2) Ama ondan da önce, 20 yy.in sosyalizmi inşa pratiklerinin o tarihsel koşullarda şekillenmiş kimi özel ya da zorunlu uygulamalarını mutlaklaştırarak sosyalizmi anlayış düzeyinde çarpıtan deformasyonlara son verecek şekilde 21. yüzyılda sosyalizmi özüne ve tarihsel amaçlarına uygun olarak yeniden tanımlamak yükümlülüğünü hatırlatır.
Konuya şöyle bir soruyla giriş yapabiliriz: Çalışmayı yücelten bir sosyalizm anlayışı olur mu?..
Onu bir de ‘kutsallık’ halesiyle süsleyen “emek en yüce değerdir” sloganını yıllarca baştacı etmiş bir “sol” bu soruyu yadırgayabilir. Ona göre sosyalizm ‘üretim’, dolayısıyla ‘çalışma’ üzerine kurulu bir sistemdir çünkü.
İtiraza yeltenecek olursanız, kendinden emin bir edayla size hemen “çalışmayan yemez” ilkesi hatırlatılır. Halbuki bu ilkenin çalışmayı kutsamakla bir ilgisi yoktur. O sadece, komünizmin başlangıç evresi olarak sosyalizmde bölüşüm ilişkilerinin esaslarını belirleyen ilkelerden biridir ve kapitalizmin mirası alışkanlıklarla savaş kapsamında bu düzende toplumun (başkalarının) sırtından geçinen asalaklığa yer olmayacağını anlatır.
Ekim Devrimi sonrası sosyalizmi inşa sürecinde sergilenen emek kahramanlığı örneklerinin hatırlatılmasıyla karşılaşma olasılığınız da yüksektir. Mesela hangi tarihsel koşullarda, hangi ihtiyaçların sonucu ortaya çıktığından soyutlanmış bir tarzda Kızıl Cumartesi’ler (Komünist Subotnik’ler) örneği önünüze getirilir (*).
Lenin’in, “lanet olası kapitalizmin mirası küçük burjuva egoizmi ve ataletin” ortadan kaldırılması yolunda “büyük bir başlangıç” olarak tanımladığı Komünist Cumartesi’ler gerçekten de çarpıcı bir emek seferberliği örneğidir. Fakat onun ruhunu çalışma merakı ya da çalışmaya olan düşkünlük oluşturmaz. Sosyalizmin ne anlama geldiğini, hayatlarında neleri nasıl değiştireceğini Çarlık rejimini yıkmanın arkasından henüz yeni yeni yaşamaya başlayan işçi kitlelerinin, yıllarca süren savaşın yerle bir ettiği ülkelerinde sosyalizmi bir an önce kurabilmek için canlarını dişlerine takmalarının öncü adımlarından biri olarak onun özünü ‘toplum için karşılıksız çalışma’ oluşturur. İşçi ve emekçi kitlelerin sosyalizmi benimseyip sahiplendikleri zaman nasıl muazzam bir yaratıcılık ve fedakarlık sergileyebileceklerini pratikte göstermesi yönüyle o aynı zamanda “devrimci bir rüya” örneğidir. Devrimci bir rüyaya sahip olmanın nasıl büyük bir enerjiye kaynaklık edebileceğinin tarihsel kanıtlarından biridir.
Dolayısıyla ne bu andığımız ne de Stahanovist hareket gibi sonrasına dair tarihsel örnekler, sosyalizmde çalışmanın ‘biricik’ ya da ‘en ileri’ örnekleri olarak genelleştirilip mutlaklaştırılabilirler. Tarihteki ilk sosyalizmi inşa deneyimi sırasında ortaya çıkan bu pratiklerin, sosyalizmde çalışmaya yaklaşımın özü hakkında bir fikir vermekle birlikte, sonuçta o yılların SSCB’sinin somut tarihsel koşullarında, insanlığın toplumsal üretici güçlerinin o tarihsel kesitteki genel gelişme düzeyine bağlı olarak şekillenmiş pratikler olduğu gerçeği gözden kaçırılmamalıdır.
Her kim bunları, kendi somut koşullarından –ve sonrasında ortaya çıkan sonuçlar ışığında içerdikleri tehlikelerden- olduğu kadar insanlığın toplumsal üretici güçlerinin o yıllara kıyasla gelişmişliğinden de kopararak ele alır ve 21. yüzyılda sosyalizmi hala bu temelde propaganda etmeyi sürdürse, o, sosyalizmi yüceltmiyor, tersine, itibarsızlaştırıyor, daha doğru bir ifadeyle mevcut itibar kaybı ve çekicilikten yoksunluğunun sürmesine katkıda bulunuyor demektir.
Çünkü, çalışmayı yücelten bir sosyalizm anlayışının sosyalizmle – en azından, temelleri Marx ve Engels tarafından atılmış olan devrimci proletaryanın bilimsel sosyalizm anlayışıyla- uzaktan yakından ilişkisi yoktur!.. Bu tam tersine, sosyalizmi deforme etmek, onu gerçek anlamından ve tarihsel amaçlarından kopararak kapitalizme yaklaştırmak, bu iki toplumsal düzen arasındaki taban tabana zıtlığı ortadan kaldırarak aradaki sınırı belirsizleştirmek anlamına gelir.
Çalışmaya bakışı, çalışmayla olan ilişkisi yönünden tanımlayacak olursak, sosyalizm ‘çalışmayı’ değil, tam tersine, insanın kendine daha çok zaman ayırabileceği “tembellik hakkını” (herkesin özgürce kullanabileceği daha fazla boş zaman yaratmayı) esas alıp yücelten bir sistemdir. Dolayısıyla onun bayrağında, “Çalışma, daha çok çalışma..” değil, “Yaşasın tembellik hakkı!” yazar.
21. Yüzyılın sosyalizmi, belki de her şeyden önce bu gerçeği ve bu ihtiyacın nereden kaynaklandığını hatırlayarak işe başlamalıdır.
Konuyu sürdüreceğiz. (HSA/HK)
(*) “Subota” Rusça’da Cumartesi anlamına gelir. Komünist Cumartesi’ler, sosyalizmi inşa sürecinde Moskova-Kazan demiryolu hattı işçileri tarafından 1919 Mayıs’ında başlatılan ve hızla yayılan kitlesel bir çalışma seferberliğinin adıdır. Sosyalizmi bir an önce kurmak ve savunmak amacıyla işçilerin Cumartesi günleri hiçbir karşılık talep etmeden gönüllü olarak çalıştıkları bir emek hareketidir bu. Sosyalizmde çalışmanın amacını pratikte sergilemesi yönüyle o denli ve anlamlı ve değerlidir ki, Lenin bu hareketi, “Eğer Rusya'nın bugünkü düzeninde komünistçe bir şeyler varsa, bunlar sadece subotniklerdir. Bunun dışındaki her şey, sosyalizmi sağlamlaştırmak için kapitalizme karşı mücadeledir” şeklinde değerlendirir.)