Yıllar evveldi. Muhtemelen on sekiz, on dokuz yıl öncesi. Bir tarafını hep ince bir itirazın kemirdiği bir sevgiyle de olsa, çok sevdiğim kadın arkadaşlarımdan biriyle, bir sahil kasabasının çay bahçesinde oturuyorduk. Benim elimde Lee Comer’in Evlilik Mahkumları adlı kitabı vardı. Arkadaşım çekirdek yiyerek etrafı seyrediyordu. Çaylar mı gelmişti, ne olmuştu şimdi hatırlayamıyorum; okuduğum yeri kaybetmemek için kitabı ters çevirerek masaya bırakmıştım. Birkaç dakika sonra yavaşça uzanıp kitabı kendine doğru çekti, düz çevirdi. Öyle sıkı sıkıya eline almadı, karıştırmadı. Kitabın ortasına eliyle bastırarak kapanmamasını sağlamaya çalıştı sadece. Açık sayfaya, benim bıraktığım yerden şöyle bir göz gezdirmek istiyor gibiydi.
Arkadaşımın kitaba bakışını, elinin hareketini, bedeninin o sıradaki duruşunu hiç ama hiç unutmadım. Hayatı boyunca etrafındaki herkesi memnun etmeye ve gerilimlerden uzak durmaya uğraşmış, kaçınılmaz olarak da kendini epeyce ihmal etmiş ve yorulmuş evli bir kadının bütün çelişkileri, kitapla olan o birkaç dakikalık temasta bir metin gibi okunur hale gelmişti. Ya da ben öyle sanmıştım.
Sayfa boyunca satırları sağdan sola izleyen bakışları, ona kendi halini söyleyecek tehlikeli cümlelere rastladığı anda kaçmaya hazırdı. Kitabın ortasına aşağıdan hafifçe bastırarak açık tutmaya çalışan tek elinin parmakları tedirgindi. Başını hafifçe yukarıya kaldırmış, bedenini dikleştirmişti. Yukarıdan aşağıya doğru yan yan bakan gözleri gibi, bütün bedeni de hafifçe yana dönük bir duruş almıştı.
Kaçak bakıyor, kaçak okuyordu. Görüp okuyacağı şeyleri başkasından değil de bizzat kendisinden kaçırmaya çalışır gibi bir kaçaklık hâli... Nitekim birkaç dakika sonra, Evlilik Mahkumları kitabını, neredeyse kendine gelmek ister gibi hafifçe silkinerek kapattı, elini çekti. Bir iki saniye sonra da yine yavaşça önüme doğru uzattı. Hiçbir şey söylemedi, ben de o birkaç dakikalık zaman hiç yaşanmamış gibi davrandım. Çayımı yudumlamaya devam ettim.
Bir yandan bilip anlamayı isterken bir yandan öğreneceği şeylerin ağırlığından kaygılanan, yeni bir şey öğrenmekten ya da zaten bazı şeyleri sezgisel olarak bildiği halde o sezgilere yoğunlaşmaktan korkan biri miydi arkadaşım? Hem evet hem hayır. Hem bu kadar basit, hem de değil. Hayatını ve ilişkilerini çok daha “marjinal” seçimlerle sürdürüyormuş gibi, dünyanın tozunu attırıyormuş gibi, hiç eyvallahı yokmuş gibi yaşıyor görünen birçok başka kişiden daha cesur, daha kararlı, daha özerk davrandığı dünya kadar olaya ve duruma tanık olmuşluğum da vardı.
Kimi zaman lafı döndürüp dolaştırıp biraz kendini düşünmesi gerektiğine, onu çok yoran evliliğinin, çocuklarıyla ilişkilerinin ve iş hayatının başka türlü olabileceğine, fazlaca yumuşak başlı olduğuna, her şeyi içine attığına filan getirdiğimde, sükunetle yüzüme bakar, “iyiyiz biz böyle” derdi.
Doğru da olabilirdi söylediği. Ama mesele söylediği şeyin doğruluğu ya da yanlışlığı değildi. Yılda ancak bir iki kez kısa sürelerle dahil olduğum, hiç bir zaman iç dengelerini ve dinamiklerini bilemeyeceğim bir hayattı onun hayatı. Ben dışarıdan bakıyordum. O hayatın duygusal, kültürel, “sınıfsal” katmanlarını ve karmaşık etkileşimler ağını gözden kaçıran pratik reçeteler, teoriler, bagajımdaki kitaplar ve düşünceler, içimdeki ağır “feminist” isyanla o hayata dokunamazdım. Olsa olsa o hayat bana dokunurdu ve her defasında da öyle oluyordu. Bugün şu yazdığım satırları okusa, şaşırıp kalırdı eminim. Onun hayatına uzak ve yabancı bulurdu yazdıklarımı. Sanırım haklı da olurdu.
Hakikat çok karmaşıktır çünkü; Ele geçirilmesi zor... Hele söz konusu olan başkasının hakikati olunca ilişkilenmesi daha da meşakkatli.
İşte şimdi birileri çıkıp kimlik siyasetinin fantastikliğinden (!), “HDP ve din”den, ya da “Demirtaş’ın dini referanslarından” filan söz ettiğinde de hakikatin karmaşıklığını ıskalayan dille konuşmuş oluyor çoğu kez. Öyle uzak, öyle yabancı, ve hatta öyle ezber bir dil ki bu dil...
O uzak ve yabancı dilin karşısında, kendilerinin de hakikati olan “Kürt” hakikatini kucakla(t)mak, yüz yıllık din istismarının, kültürel sıkıştırılmışlığın, horgörülmüşlüğün elinden kurtarmak için kahramanca bir mücadele sürdüren ve aslında inanılmaz bir dönüşümü de kendi tabanıyla birlikte gerçekleştiren HDP’li siyasetçiler var. Çok zor bir işi başarıyorlar. HDP kendi çatısı altında Hüda Kaya’yı da, Barış Sulu’yu da, Garo Paylan’ı da buluşturan ve bu buluşmayı seslendiği tüm kesimlere sevgiyle sahiplendiren bir siyaset. Az buz iş mi bu?
Türkiye’de de dünyanın geri kalanında olduğu gibi “din” diye bir olgu ve farklı derecelerde, farklı pratikleriyle dindar insanlar var. Din mefhumunu insanların yeterince sorgulayıcı olurlarsa derhal kurtulacakları bir illet gibi görmenin, “gerici,” “ilerici” gibi tuhaf kalıplarla onları etiketlemenin ise eşcinselliği ve farklı cinsel yönelimleri tedaviyle iyileştirilecek bir illet gibi görmekten hiçbir farkı yok. İnançlı olmak dünyanın en acayip şeyiymiş gibi davranmanın da alemi yok. İnançlı insanlar AKP’den önce de vardı, sonra da olacak. Bu insanlar AKP’nin ağır din istismarına terk mi edilsin?
“Demirtaş dini referanslarla konuşuyor” demek, maalesef Türkiye’nin kültürel, sınıfsal ve duygusal bir hakikatini kendi karmaşıklığı içinde kavramaktan son derece uzak, yabancılaşmış bir değerlendirme. Hüda Kaya’ya, sadece başörtüsüne bakarak “gerici” diyen varsa, youtube’dan seçsin bir videosunu izlesin mesela. Sonra da şeklen “çağdaş/çağcıl” görünen başka siyasetlerden kadınları da izlesin. Ben isim vermeyeyim. Kimin sorgulamaktan ödünün koptuğunu, kimin bağnaz, sekter ve katı olduğunu anlamaya çalışsın. Ama kalp gözüyle, can kulağıyla...
HDP’yi dini referanslar kullanmakla itham edenler ve anlamamakta direnenler, başka farklılıkları da kucaklayamaz ve “farklı” olanla ilişki kuramaz.
Sonra da işte o kucaklanamayanlar, “biz böyle iyiyiz” derler... (SÇ/HK)