Gezi Parkı deneyimleri, şehrin hafızası, direnişçiler, katılım/ Kent Hakkı İçin... Bu bir dosya başlığı; Toplumsal Tarih dergisinin Ekim 2013 sayısından. Güven Gürkan Öztan, Deniz Koç, Ömer Turan, Afşin Altaylı, Meltam Toksöz, Irvin Cemil Schick dosyanın hem editörleri, hem de yazarları. Güven Gürkan Öztan ''Kent Hakkı İçin'' yazısında dosyanın amacını ''kent/mekan-hafıza-toplumsallık arasındaki çok katmanlı etkileşimin analiz yöntemlerine dair ufuk açıcı çalışmaları bir araya getirecek yeni bir başlangıç yapmak'' şeklinde açıklıyor. Dosyada, Schick'in ''Şehrin Yokedilmekte olan yazılı hafızası Kitabeler'', Afşin Altaylı'nın ''Katılımcı Kentsel Politika ve kent planlama pratiği bağlamında kent müzeleri ve kent sergileri'', Ömer Turan'ın ''Gezi Parkı direnişi ve armağan dünyası'', Melten Toksöz'ün ''Türkiye'nin protestosu/Biz artık dev bir ötekiyiz'' yazıları yer alıyor. Toksöz'ün yazısını aynen yayımlıyoruz.
Mayıs sonundan beri İstanbul'da olup biteni ne şekilde adlandırırsak adlandıralım, bunun modern Türkiye tarihinde önemli bir dönüm noktası olduğu şüphe götürmez. Benim gibi tarihçiler böyle bir olayı çözümlemek için genellikle olayın üzerinden epey bir zaman, tercihen da en az bir asır geçmesini bekler. Ya da tıpkı günümüzdeki itibarlı tarihçilerin yaptığı gibi, bugünü sadece geçmiş üzerinden açıklar.
Geçtiğimiz aylar içinde Türkiye'nin önde gelen tarihçileri, toplum bilimcileri, siyaset bilimcileri ve gazetecileri görüşlerini yabancı basına sundular. Çoğunluğu da Gezi protestolarını 1990'ların neoliberal dünyasında doğup büyümüş ve gayet apolitik bir kuşağın eseri olarak yorumladı.
1990'ların Türkiye için neoliberalizmin yanı sıra içerdiği bir başka olgu da, 1950'lerden beri askeri darbesiz geçen ilk on yıl olmasıydı. Dolayısıyla global neoliberalizmin içine doğan bu kuşağın, askeri darbe de yaşamamış olması hiç görülmemiş derecede apolitik olduğu görüşünü perçinledi.
Böyle bir yorum da militer ruhlu ve otoriter milliyetçi bir zihniyetin, yerini ara ara parlamenter rejime bıraksa da, askeri darbelerle pekiştirildiği yönündeki yalın çizgisel görüşü modern Türkiye tarihinin tek açıklaması olarak dayatıyor. Kendini bu çizginin dışında kabul eden ve çoğu da sol görüş taşıyanlar, mücadelelerini askeri rejimlerin dayattığı ve beslediği milliyetçi paradigmalar içinde verdiklerini düşünür.
Kısacası bu askeri rejim ve militer zihniyet tecrübeleri -adeta tarihin sonu gibi- Türkiye'yi anlamak için esas gereken şeydir; sözgelimi bugünün gençliği gibi bu durumu kafi düzeyde takdir edemeyenlerin söyleyebilecekleri bir söz, bulunabilecekleri bir katkı söz konusu olamaz.
İşte bu yüzdendir ki, Türkiye tarihinin belki de en mizahi, yaratıcı ve kapsayıcı halk hareketini yapmayı beceren bilgisayar ve internet bağımlısı kuşak, pek çok kişinin takdirini tam bir şaşkınlıkla topladı.
Ne var ki, bu yöndeki analizlerin yetersizliği ortada. Üstelik bugünün Türkiye'sinde —sadece Cumhuriyet döneminde değil, pek çok bağlantı ve süreklilik taşıdığı son dönem Osmanlı tarihinden bu kuşağın doğduğu 1990'lara uzanan tarihsel süreçte— bunların yaşanması hiç şaşırtıcı değil.
Modernleşme konusunda Osmanlılardan devralınan miras ve dersler, her ne kadar yerleşik klişeler aksini söylese de, farklı toplumsal kökenlerden gelen Osmanlı seçkinlerinin modern bir devleti başka örnekler üzerinden salt taklit etmek ya da günü kurtarmak için değil ama aynı zamanda tanımlamak ve yaratmak için verilen mücadelenin öyküleridir.
Bu tarihsel mücadeleyle, başarıları ve başarısızlıklarıyla, ödettiği ağır toplumsal bedellerle ilgili kuşkusuz söylenebilecek çok şey vardır; ama İslamiyet, modernizm, kapitalizm ve demokrasiyi bağdaştırmak üzerine pek çok soru ortaya koyduğu da tartışma götürmez. Türkiye Cumhuriyeti’nin işte Osmanlıların bu modern devlet inşa tecrübesi temelleri üzerinde yükseldiği de.
Atatürkçülük adıyla yaftalanan otoriter ve militer zihniyetin hüküm sürdüğü on yıllar bu geçmişi Türkiye toplumunun zihnine başka biçimde kazımaya kalksa da, günümüzdeki gençlik bu geçmişin ve ister CHP ister AKP çizgisinde olsun, kahramanları ululamak için nasıl kullanıldığının farkında. Keza Batılı kapitalist modernleşme modelinin kendi iç çatışmalarının ve iç mücadelelerinin de.
Peki, bütün bunlara verecek bir cevabı var mı bu gençliğin? Hayır, yok. Ama sorgulamayı ve bununla yüzleşmeyi, buna meydan okumayı biliyor.
Orta yaşlı bir akademisyen, 2000'li yılların başından bu yana son dönem Osmanlı ile Cumhuriyet tarihi dersleri veren bir tarihçi olarak bu gençliği yakından gözlemleme fırsatım olduğunu düşünüyorum.
Çünkü kendi kişisel tarihim, başkaldıran genç kuşağın üyelerinin kişisel tarihlerini ve "şahsi olan siyasidir" deyişini nasıl takdir ederek hayata geçirdiklerini anlamama da yardımcı oluyor.
2013 Mayıs'ını Haziran'ına bağlayan o uykusuz geceden kısa süre önce 20. yüzyıl Türkiye fikir dünyası ve entelektüel tarihi içinde Marksizm üzerine çalışıyor ve ders veriyordum. Tartışmalarımızdan biri de benden bir önceki kuşağın önde gelen sol düşünürleri üzerineydi.
60'lı ve 70'li yıllarda aktif olan bu kuşağın üyelerinden bir bölümünü günümüzde hükümet bir nevi danışman ve akil adam olarak kabul ediyor, aralarından bazıları da her vesileyle, son askeri darbe itibarıyla Türkiye solunun iflas ettiğini beyan ediyor.
Aslında çoğu için Marksist hareketler kaba kuvvetle hatta kan dökülerek 80 darbesinden çok daha önce, 1920'lerde Cumhuriyet'in kuruluş sürecine paralel olarak baskı görmeye başlamış, Sovyetler Birliği'nin çöküşü ve liberalizmin rakipsiz kalmasıyla da son darbeyi almışlardı.
Bu iflas meselesinin ne derece geçerli olabileceğini sorguladık. Zaten 2001'de doktora almış bir öğretim üyesi olarak, farklı konularda da olsa benzer sorgulamaları, on yılı aşkındır hem kendi gündemimde hem derslerimin gündeminde tutuyorum.
Öğrencilerimin büyük çoğunluğu -uzun zamandır büyük kentlerin seçkin okullarından gelenler değil— Türkiye'nin hemen her bölgesinden gelen şehirli orta sınıf mensubu gençler; bu dersi alanlardan yaşça bana yakın olan bir kişi dışında bu sorgulama konusuna merakla ve hevesle girişti.
Bahsettiğim öğrenciyse bu iflas iddiasına iki sebepten dolayı inanmak istiyordu: Öncelikle, 1980 darbesiyle birlikte yetişmiş kendi kuşağının solun ayakta kalması için verilen mücadeleden desteğini esirgediğini kabul etmektense iflas açıklamasını kabul etmek daha kolay ve doğal geliyordu ona. İkinci olarak da, kendinden bir önceki kuşağın yetkili ağızlarından, yani otoritelerden bu iflas öyküsünü dinlemek bunu kabullenmek için ona yeterli gelmişti.
Hepsi de 20'li yaşlarını süren diğer öğrenciler 2000'li yılların sol hareketleri içinde kendilerince bir yer seçmiş, seçkinci liberalizme meydan okuyarak yeni bir sol jargon benimsemişler ve Mayıs sonundan itibaren Gezi'de yerlerini almışlardı. Protesto ederken de bütün bu geçmişlerinin farkındalardı. Belki farkında olmadıkları tek şey kendi güçleriydi.
Türkiye'nin genç kuşak protestocularının kendine özgün yanı da bu: Otoriteye sırf meydan okumuş olmak için meydan okumak, modern İslamcı söylemlerin de, milliyetçi Kürt söylemlerin de tamamından haberdar olmak ve bütün bunları postmodernizmle modernizmin ve tüm kazanç ve kayıplarının arasındaki -Marksizm de dahil— ana bağlayabilmek.
Daha açık ve ayrıntılı ifade etmek gerekirse: İnternet bireylere kendilerini ifade edebilmek için farklı imkânlar sunuyor. Bunlardan biri de, otoriteyle yüz yüze gelmeden otoriteye meydan okuyabilme imkânı.
Öğretim üyesi olarak zamanımın hatırı sayılır bir bölümünü öğrencilerimin e-postalarını yanıtlamak, onlara bilgisayar ortamında ders malzemesi göndermek vb işlere ayırıyorum. Artık öğrencilerden, sözgelimi o sabahki devamsızlıklarını uyuyakalmalarıyla açıklayan türde e-postalar almak gayet olağan bir durum.
Nezaket kurallarını ve dürüstlüğü anlama biçimleri bu yönde. Bu gibi mesaj atıp da aynı gün içinde yanıt alamayan öğrencilerin mesaj yağmuruna tutulmak da sorumluluklarının ifadesi. Ve ayrıca bir tür cesaret örneği.
Başbakana karşı protestolarda sokaklara dökülen gençlerde olan cesaret, dürüstlük ve sorumluluk da işte tam bu örneklerdekilerle örtüşüyor -tıpkı taleplerinin işitilmesi ve ciddiye alınması konusundaki ısrarcılıkları gibi.
Polis şiddetine rağmen günler ve geceler süren ısrarcılıklarının arkasında yatan da twitter, facebook, instagram vb mecralardan kaynaklanan anında tepki alışverişi ve zamansallık algısı.
"Hemen"le ifadesini bulan bu zamansallık algısının ayrılmaz parçası "burada" ile ifadesini bulan mekânsallık. "Burası" şehir mekânı. Yaşını başını almış İstanbullular olmadıkları için, çocukluklarının şehrini kaybetmiş önceki kuşaklar gibi şikâyetkâr da değiller.
Onların bildiği İstanbul, pek yakında üçüncü bir köprüyle aşılacak olan Boğaziçi kıyılarını yalıların süslediği şehir değil, onların şehri gündelik hayatlarında yer etmiş olan Taksim'le yani kamusal alan ile özdeşleşmiş bir İstanbul.
İşte bundan dolayı protestolar sadece birkaç ağaçla sınırlı kalmadı, bu gençlerin deneyimlediği kent yaşamıyla özdeşleşmiş bir mekânın etrafında gelişti.
Nihayetinde bu gençler, şehir hayatının bütün nimetlerinden yararlanarak yetişmiş şehirli bir kuşak. Hangi sınıfa mensup olurlarsa olsunlar, anneleri onları sadece okula getirip götürmekle kalmamış, onların daha iyi yetişmesine katkıda bulunacağı düşünülen her türden faaliyete, kursa taşımış; ailelerin olanca zamanı ve maddi imkânları bunun için seferber edilmiş.
Neoliberal küreselleşme çağında yetişen bu kuşak çevre sorunları, hayvan hakları, insan haklan ve kapitalizm hakkında bir şekilde bilgi edinerek yetişti.
Daha üst tabakalara mensup olanların üniversite diploması sahibi anneleri, onlara hoşgörüyü ve başkalarına saygıyı öğretmişti; kızlar nesnelleştirilmeyi nasıl reddettilerse, erkekler de kadını nesnelleştirmemeyi öğrenmişlerdi. Şehirde eğitim gören bu kuşak daha neredeyse yürümeye başladığında bilgisayarlarla ya da benzeri aygıtlarla tanışmış, okur-yazarlıkla birlikte sosyal medyaya da terfi etmişlerdi.
Bunları yaşarken bir yandan da eski kuşakların siyasi söylemlerini genellikle de sessiz sedasız dinlerken, siyasetin partilerden ve seçimlerden daha fazlası olduğunun bilincine varmışlardı. İçlerinden birinin deyişiyle, hayatlarını siyasete adamamışlarsa da siyaseti hayatlarının içine aldılar.
Apolitik değiller, nihayetinde şahsi olanın siyasi olduğunun bilincine varmış bir kuşak. İşte bundan dolayı da kendilerini örgütlü olmayan bir dev olarak tanımlıyorlar. Böylesi bir siyaset anlayışı parti örgütlenmesi gerektirmiyor, örgütlenme becerileriyse gücünü sosyal medya üzerinden alıyor.
Şiddete de bu yüzden başvurmuyorlar, şiddetin sağlayacağı türden bir kudrete ihtiyaçları yok. Sokaklara dökülmeseler de sokaklardaki gençlere destek veren ve şimdi onları kutlayanların neredeyse tamamı, daha düne kadar bu kuşağın gelmiş geçmiş en feci kuşak olduğunda hemfikirdiler, şimdi şaşkınlar ama yine de bu yeni tarz siyasetin kudretini göremiyorlar.
Genellikle 55 yaşın üzerindeki bu grup, bunu algılamak yerine Erdoğan'ın zihinsel bozukluğuyla uğraşıyor; kötü olan/giden ne varsa, 1920'lerin kurucu kuşağını kutsamalarına şaşırtıcı düzeyde benzer biçimde, onun şahsında somutlaştırıyor.
Bu yanlış bir nostalji hissinden de ibaret değil, bu kuşağın bildiği yöntem bu. Anlayamadıkları husussa, yeni kuşağın iktidar ve bilgi arasındaki ilişkinin bilincinde olduğu.
Bu yaz Der Spiegel dergisinin, Türk toplumunun modernlik ile İslam arasında kutuplaşmış ve bölünmüş olduğunu iddia eden özel bir sayısı yayımlandı. Sokaklara dökülenler, bunun eski siyasete ait bir söylem olduğunun da farkındaydılar. Oysa her siyasi görüşten Kürt gençlerinin bir arada çektiği halayda da, İstiklal Caddesine serilen gazetelerin üzerinde kurulan yeryüzü iftarı sofralarında da, Taksim-Tünel arasında görülmemiş bir kalabalığın eşlik ettiği gay onur yürüyüşünde de böylesine ikili bir kutuplaşma söz konusu değildi.
Peki, bütün bunlar sadece Erdoğan'ın Foucault'nun deyimiyle kutuplaştırıcı uygulamalarının bir sonucu muydu? Erdoğan'ın kullandığı "bunlar" ifadesi, halkı/kamuyu "kendi içinden ya da başkalarından gelen bir kutuplaştırma süreciyle" nesneleştirmekten başka nedir? (Paul Rabinovv, The Foucault Reader, 1984: 9) Foucault "aslında büyük farklılıklar göstermeyen bir kitlenin (sözgelimi 17. yüzyıl Paris'inin sokak serserileri)" (Rabinovv, 1984: 8) nesneleştirilmesini böyle çözümlemiştir. Foucault Deliliğin Tarihi kitabında bu türden kutuplaştırıcı bir kudreti, hiç kuşkusuz sofistike bir bilgi ilişkisiyle, yani toplum bilimleri manzumesiyle bir arada ele alır.
Ne var ki çağ 21. yüzyıldır, mekân İstanbul'dur ve bu gençler Batının modernleşme sürecinde ortaya çıkmış bir şehrin, başkentin güruhu değildir.
Onları Türkiye toplumunun artakalanından ayıran noktaysa, bu kutuplaştırma taktiğinin bilincinde olmaları ve böyle bir sürecin nesnesi olmayı reddetmeleridir. Milliyetçiliğin değilse de kapitalizmin farklı bir mecrasında yetişmiş olan bu protestocular, artık iktidar ve bilgi arasındaki ilişkinin ve kendilerinin de her ikisine sahip olduğunun bilincindeler.
Üçüncü Dünya'nın başka diyarlarında 20. yüzyılda verilen anti-emperyalist mücadele modernleşmeye direnişi de bünyesinde barındırmıştı, ama Türkiye'de durum böyle değildi.
Türk usulü modernleşme, kapitalizmin nasıl yayıldığına ve bu süreçte kapitalizm öncesi toplumsal ilişkilerin tamamen karşısında durulduğuna dair dersler verir. Bu dersler de günümüz gençliğine Türk milliyetçiliğinin büyük tarihsel anlatısının böyle çatışmalarla başa çıkamadığı gibi, Erdoğan usulü —ve gayet kapitalist bir karaktere sahip olan— modernist İslamcılığın da aynı dertle malul olduğunu gösteriyor.
Gençlerin bu kıssadan çıkardığı bir başka hisse de bu neoliberal devletin, iktidarının gündelik hayattaki güç gösterisi için orduya ihtiyacı kalmadığı, artık polisin de bu işlevi gördüğü.
Şiddete başvurmaktan kesinlikle kaçınan protestocuların direniş sürecinde hemen her gün yüz yüze geldikleri bu gövde gösterisi bundan dolayı da ayrı bir anlam taşıyor.
Özetle kökleri 200 yıl gerilere giden otoriter devlet geleneğine karşı yapılan bu protestolarda, şiddetin yerine sivil toplumun gücü öne sürüldü. Sonunda... "Sinirlenince çok güzel oluyorsun Türkiye" herhalde bu durumu en güzel özetleyen duvar yazısıydı...
Bütün bunlar protestocuları romantikleştirmek mi sayılır? Belki... Peki, kaba kuvvetin daha yaz bitmeden 5 kişinin ölümüne yol açmasına rağmen gençlerin protestolara ara vermemesini nasıl açıklayacağız?
Bu sonradan romantize edilebilecek ve tespit edildiği anda olmuş bitmiş cinsten bir olay değil.
Bu Badiou'nun (Being and Svent, 2007) Fransız Devrimi gibi onu oluşturan ne varsa onların hiçbiriyle özdeşlik taşımadığı halde gerçekleştiği hipotezine sadık kalmayı gerektiren, olay sonrası (posy- evental) bir mücadele.
Bu bizim için yeni bir mücadele biçimi, yapabileceğimizse bu mücadeleyi sağlıklı biçimde tarihselleştirmektir. Tarihçilerin olan bitenin gelecekte nelere yol açacağı konusunda spekülasyonlar yapması beklenmez; beklenen, olan bitenin kayda geçmesidir.
Olan biten aslen, ayağa kalkan Türkiye'nin bunun toplumsal mücadelenin ta kendisi olduğunun bilincine varışıdır. Ne bir eksik, ne bir fazla...
İşin özü de, 2013 protestolarını Türkiye tarihinde benzersiz kılan da budur. Türkiye'de toplu halde yaşadığımız hafıza kaybı şimdi birden bire iyileşmiş durumda, haftalar boyu uykusuz geceler geçiren şehirlerde, hep beraber bilmediklerimizin farkına vardık/unuttuklarımızı hatırladık... (MT/ÇT)
* Meltem Toksöz, Boğaziçi Üniversitesi, Tarih Bölümü öğretim üyesi