Amerika Birleşik Devletleri'nde (ABD) 90'larda başlayan "etiket davaları"nın son örneklerinden biri olan davada Monsanto, Oakhurst Dairy'nin tüketicileri yanılttığını öne sürüyor, etiketlerde "tüketicinin bilinçli seçim yapmasına olanak verecek adil ve doğru" ifadeler kullanılmasını talep ediyordu.
Neydi Oakhurst Dairy'nin sözünü ettiği "suni büyüme hormonu"? Şirketin yöneticileri neden sütlerinin üretiminde bu hormonun kullanılmamış olmasını böylesine önemsiyor, bunu bir tür reklam malzemesi olarak görüyordu? Monsanto'nun bir süt şişesinin üzerindeki yazıları bu kadar önemsemesinin ve o yazılardan ("suni büyüme hormunu"nun sağlığa zararlı bir madde olabileceği iması) alınıp dava açmasının nedeni neydi?
Konu, "rBST" denilen kimyasal maddeyle ilgiliydi. (1) İneğin verdiği sütün miktarını düzenleyen büyüme hormonu ile "hemen hemen" özdeş bu madde ("recombinant bovine somatotropin"), genetik olarak değiştirilmiş bakterilerden elde ediliyordu.
rBST elde etmek üzere bakterilerin genetik olarak değiştirilmesi işini çeşitli üniversite birimleriyle işbirliği içinde sonuçlandıran Monsanto, 80'lerde rBST'ye ticari lisans verilmesi için başvuru yapmıştı. Maddenin ticari değeri büyüktü, çünkü rBST enjekte edilen ineklerde süt verimi % 15 oranında artırılabiliyordu.
Mandıracılığa rBST'nin girmesi, ABD'de gıda ve ilaç alanında bir numaralı federal otorite olan Gıda ve İlaç İdaresi'nin (FDA) 1993 yılında rBST'nin ticari olarak kullanılmasına izin vermesiyle başlıyor. İzinden 10 yıl sonra, 2003 itibarı ile süt alınan ineklerin üçte birinin artık rBST enjeksiyonu ile "verimlileştirildiği" ABD'de bu pazarın en büyük şirketlerinin başında ise Monsanto geliyor. Monsanto, rBST ürününü "Posilac" markası altında pazarlıyor.
rBST'nin genetik olarak değiştirilmiş bakterilerden elde edilmesi de dahil olmak üzere, genetik mühendisliği çalışmalarının temel uygulama alanlarından biri tarım ve tarımla bağlantılı gıda sektörü. Bir diğer temel alan ise sağlık. Bu üç alanda yürütülen çalışmalar üzerine medyada yer alan haber ve yorumlarda genellikle olumlu şeyler anlatılıyor. Daha seyrek olmakla birlikte, bazen de insan sağlığı ve çevre açısından endişeler, uyarılar, eleştiriler dile getiriliyor. Oakhurst Dairy'nin etiketlere bastığı not da, insan sağlığıyla ilgili tipik endişelere tipik bir cevap niteliğinde.
Amerikalı müsteşar: "Bizim farkımız, devlete güvenmemiz"
Tarım, gıda, sağlık ve giderek artan ölçülerde kozmetik sektörlerinde etkisini hissettiren biyoteknoloji uygulamalarının insan sağlığı ve çevreyle ilgili münazaralara konu olması doğal. Öte yandan, tüm uygulamalar açısından ortak birkaç sonuç olduğu da söylenebilir: Mevcut pazar yapılarının değişmesi ve yeni pazarların oluşması.
Tarımda yaşananlarla ilgili birkaç veri:
1990'da "transgenik bitkiler alan deneme sayısı" 147'yken, 1995'de sayı 15 bine, 1999'da 36 bine çıkıyor. Transgenik bitkilerin ekim alanı 1996'da 1.7 milyon hektarken, 2002'de 58.7 milyon hektara (Hemen hemen Türkiye büyüklüğünde bir alan) çıkmış durumda. (2) 2002'de, dünyada yetiştirilen soyanın yüzde 51'i, pamuğun yüzde 20'si, kanolanın yüzde 12'si ve mısırın yüzde 9'u transgenik çeşitlerden oluşuyor.
Biyoteknolojinin ekonomik, toplumsal ve politik sonuçlarına daha sonra geleceğiz. Önce "sağlık"..
Monsanto'nun Oakhurst Dairy'i mahkemeye verdiği 3 Temmuz 2003 tarihinden birkaç hafta kadar önce Türkiye'de Gıda Mühendisleri Odası 7. Yıl Etkinlikleri çerçevesinde bir panel düzenliyordu. "Genetik Modifiye Organizmalar ve Gıdalarda Kullanımı" konulu panelin konuklarından biri de ABD'nin Türkiye Büyükelçiliği Tarım Müsteşarı James Higgiston'du.
Higgiston panelde yaptığı sunumda, "İnsanlar 'Doğaya hiçbir şekilde müdahale etmemeliyiz' gibi açıklamalarda bulunabiliyorlar.. Aynı zamanda bunun gerekli olmadığı da söyleniyor. Aslında bütün bunlar, 1903'te söylenmiş, sütün pastörize edilmesiyle ilgili olan açıklamalardı. ABD'de bizim bilim ve biyoteknoloji alanındaki deneyimlerimiz daha farklı" diyordu. "Bunun temel nedeni de, belki de Amerikalı tüketicilerin, düzenlemeden sorumlu olan kuruluşların söylediklerine gerçek anlamda güvenmeleridir. Tabii ki bu kuruluşlar da tüketicilerin bu güvenini kaybetmemek için büyük çaba göstermekteler. Ben bugün, hiçbir şey olmasa da iki mesaj vermek istiyorum: Öncelikle şunu söylemek istiyorum ki, ABD'de biyoteknoloji kullanılarak üretilen ürünler, çok ciddi bir şekilde test edilmektedir. Ve ikinci olarak da, ABD'nin ihraç ettiği gıda ürünleri, Amerikalıların her gün tükettiği gıda ürünlerinin aynısıdır."
Higgiston "ABD'de biyoteknoloji ürünü gıdaların 1994'den beri süpermarketlerde bulunduğu"nu, "bugün Amerika'da süpermarketlerde satılan gıdaların %60-70'inin biyoteknolojik içeriğe sahip olduğu"nu da söylüyordu.
Müsteşarın sözünü ettiği, "ciddi bir şekilde test edilme" ve "düzenlemeden sorumlu kuruluşlara güven"i rBST olayında test edebiliriz.
Amerikalı bilimadamı: "İlaç endüstrisinin uzantısı haline geldiler"
1988'de FDA uzmanlarından Dr. Richard Lehmann, Monsanto'ya rBST ile ilgili araştırmalarının yetersiz olduğunu bildirdi. Daha sonra Lehmann'ın yardımcısı Dr. Richard Burroughs, rBST üzerinde uzun ve çok boyutlu testler yaptıktan sonra kurumdan uzaklaştırıldı, başlattığı testlere son verildi. Burroughs, "Onay sürecini yavaşlattığım söylendi. FDA'da eskiden inceleme süreçlerimiz vardı. Şimdi onay sürecimiz var. FDA'nın artık iyi, dürüst incelemeler yaptığını düşünmüyorum. İlaç endüstrisinin bir uzantısı haline geldiler" diyordu. (3)
Daha önce onaylama kriteri "tüketici için hiçbir risk içermeme" olan FDA, 1993'de rBST'nin onaylanabilmesi için yeni kriterler formüle ediyor ve "denetlenebilir risk" ("manageable risk") kavramı da bu dönemde ortaya çıkıyordu.
90'larda rBST'nin olumsuz etkileriyle ilgili bulgular üniversite ve ilgili devlet kuruluşlarında iyice birikmeye başlamıştı. Raporlarda üstünde durulan konuların belki de en kritiği, rBST enjeksiyonu ile bağlantılı bir maddenin miktarı ve yoğunluğuydu. rBST, inekleri "Insulin-like Growth Factor One" (IGF-1) olarak bilinen bu maddeden daha çok salgılamaya zorluyor, salgılanan IGF-1 de süt vermeyi tetikliyordu. Süt insan tarafından içildiğinde, bu kimyasal maddenin yaklaşık % 67'si kana karışıyordu. Çeşitli laboratuar bulguları, rBST verilmiş ineklerin sütünde IGF-1 yoğunluğunun diğer ineklerdekinden daha yüksek olduğunu ortaya koyuyordu.
1996'da Illinois Üniversitesi'nden Prof. Samuel Epstein, International Journal of Health Services'de yüksek yoğunlukta IGF-1'in insanlarda göğüs ve kolon kanserine yol açtığını ortaya koyan kanıtlar yayınladı.
Ocak 1998'de Science dergisinde yayınlanan ve Harvard'dan bir grup araştırmacının imzasını taşıyan makalede, kanlarında yüksek düzeyde IGF-1 bulunan erkeklerin prostat kanserine yakalanma riskinin diğer erkeklerden dört kat daha fazla olduğu belirtildi.
Mayıs 1998'de The Lancet'da yayınlanan bir makalede, kanlarında yüksek düzeyde IGF-1 bulunan menopoz öncesi kadınların göğüs kanserine yakalanma riskinin diğer kadınlara göre sekiz kat fazla olduğu bildirildi.
1999'da ABD Sağlık Bakanı Donna Shalala ise, rBST'nin "bilimsel kaygılara yol açmadığı"nı duyuruyordu. (4)
Clinton'dan Blair'e son dakika uyarısı
Devlet ve üniversiteler ile şirketler arasındaki ilişkileri ele alan kitabı Captive State'de İngiliz gazeteci George Monbiot, Monsanto - devlet bağlantılarının bir dökümünü veriyor. Bunlardan bazıları şöyle:
* rBST verilmiş ineklerden alınan sütlerin etiketlerinde bu konuda bilgi olması gerekmediğine ilişkin FDA kararını imzalayan Michael Taylor, 1991'e kadar King and Spaulding adlı bir hukuk şirketinde çalışmış, besinlerin etiketlenmesi konusunda uzmanlaşmış ve bu dönem boyunca Monsanto'yu temsil etmiş. Taylor FDA'daki işinde ayrıldıktan sonra Monsanto'ya geçerek Washington bölge yöneticisi oluyor.
* 1992'de rBST'nin insan sağlığına uygunluğu konusunda FDA'nın onay belgesini imzalayan Margaret Miller, FDA'ya geçmeden önce Monsanto'da rBST üzerine çalışmış.
* FDA'da rBST testlerini yapan Suzanne Sechen daha önce Cornell Üniversitesi'nde, Monsanto'nun danışmanlarından Dr. Dale Bauman'la birlikte ve Monsanto'nun sağladığı fonla rBST üzerine araştırmalar yapmış.
1994'de Beyaz Saray tarafından yayınlanan bir raporda ise, "rBST'nin güvenli olduğu, çünkü normal sütten farklı olmadığı" belirtiliyordu. Aynı dönemde, rBST verilmiş ineklerden alınan sütlerin etiketlenmesine ilişkin bir kanun tasarısı ABD Kongresi'nin ilgili komitesinde red edildi. Komitenin 12 üyesi arasında seçimlerde Monsanto'dan mali destek almış dört Kongre üyesi vardı.
1999'da ABD başkanı Bill Clinton, Monsanto'nun Beslenme ve Tüketim sektörü yöneticisi Arnold Donald'ı Başkanlık İhracat Konseyi'ne atıyordu. ABD Çevre Koruma Örgütü'nün pestisitlerden sorumlu yöneticisi Linda Fisher, Beyaz Saray tanıtım faaliyetleri yöneticilerinden Josh King, Clinton'ın kurmaylarından Mickey Kantor ve Marcia Hale, daha sonra Monsanto yönetimine giren politik kadrolardan..
Ama Monsanto ve diğer biyoteknoloji devlerinin Amerikan devletiyle ilişkilerine belki de en çarpıcı örnek, Clinton ile İngiltere Başbakanı Tony Blair'in 18 Mayıs 1998'deki buluşması.
Bu tarihte, Avrupa Birliği'ndeki tartışmalı biyoteknoloji konularını (başta transgenik ürünlerin etiketlenmesi) ele alacak kritik bir toplantıdan birkaç saat önce Bill Clinton Tony Blair ile Londra'da buluşuyordu. Aynı yılın kasım ayında, milletvekili Norman Baker, Blair'e 18 Mayıs toplantısının içeriğini soracak, Blair, "Bu tür toplantıların içeriğini kamuoyuyla paylaşmak devlet geleneğinde yok" diyerek bu konuda bilgi vermeyi red edecekti.
Şubat 2000'de The Observer gazetesi ABD'deki Bilgi Edinme Özgürlüğü kanununa dayanarak 18 Mayıs 1998 toplantısından önce Clinton'a verilen brifingin içeriğini talep etti. Gazeteye gönderilen açıklamada, Clinton'ın, Avrupa Birliği'nin genetik olarak değiştirilmiş organizmalara ilişkin ağır ve şeffaf olmayan onay sürecinin Amerikalı ihracatçılara yüz milyonlarca dolar kaybettirmesi konusunda Blair'i uyarmak üzere bilgilendirildiği belirtiliyordu.
18 Mayıs 1998'deki kritik toplantıda, o zaman Avrupa Birliği'nin başkanlığını yürüten İngiltere, Avrupa Birliği'nin genetik olarak değiştirilmiş ürünlerin etiketlenmesine ilişkin kurallarını gevşetmesi gerektiğinde ısrar ediyordu. (5)
Organizmanın "canlı üretim bandı"na dönüştürülmesi
rBST olayında yaşanan, sağlıkla ilgili bulguların (6) medyanın da büyük desteği ile görünmez kılınması, bu bulgulara rağmen başta ABD olmak üzere birçok devletin memurlarının "biyoteknoloji şirketlerinin pazarlamacısı ya da avukatı" gibi çalışması neden?
Bunun arkasında, "döner kapı" sisteminden nasiplenme, yani önce kamuda, sonra özel sektörde, sonra gene kamuda, sonra gene özel sektörde makam kapmaya ve her seferinde -bir önceki ya da mevcut makamı- istismara dayalı tipik bir oportünizm olduğu söylenebilir. Ama bu, koskoca bir FDA'nın transformasyonunu, köklü bilim ve araştırma kurumlarının transformasyonunu açıklamaya yeter mi? Gün geçtikçe dünyadaki etkinliğini artıran biyoteknoloji sektörü, bütün bu transformasyonların itici gücünün kendisi, nasıl bir itmenin sonucudur?
Bir dizi ülkede devletlerin büyük desteğiyle yürütülen biyoteknoloji çalışmalarının özellikle tarıma ve gıda endüstrisine yansıyan yüzü, kapitalist pazara dahil edilmeye yüzlerce yıldır "en ilkel yöntemlerle" direnen bir üretim alanının, canlı organizmanın bizzat kendisinin (son ürün anlamında değil, tüm aşamalarıyla gelişme sürecindeki organizma) nasıl sermayenin ve kapitalist pazarın bir parçası haline getirilmeye çalışıldığını gösteriyor.
Organizmayı endüstriyel imalat sürecine benzer bir sürecin içine kıstırarak kâra tahvil edilmiş bir "yaşayan üretim bantı"na dönüştürmeyi hedefleyen Monsanto gibi şirketler, kendi açılarından elbette akılcı olanı yapıyorlar. Girdi, üretim süreci ve çıktının çeşitli endüstrilerle entegre olduğu, geniş alanlarda tek ya da sadece birkaç tür ürüne dayalı ekimin yapıldığı ve üreticilerin büyük bir bölümünün büyük şirketlerle sözleşmeli olarak çalıştığı Amerikan tarım modelinde bile, henüz "sermayeleştirilememiş", hâlâ "başına buyruk" ve zaman zaman "kaprisli" olabilen tek şey, canlı organizmanın kendisi çünkü.
Öte yandan, iki dünya savaşı arasında sübvansiyon ve yüksek gümrük vergileriyle koruma sonucu güçlenen ve elindeki ürün fazlasını 2. Dünya Savaşı'nda yıkılmış Avrupa ülkeleri ile fakir ülkelere -Amerikan dış yardımı çerçevesinde ya da normal yollardan düşük fiyatlarla- ihraç ederek hem paraya çeviren, hem de muazzam bir uluslararası etkinliğe kavuşan Amerikan tarım sektöründe nasıl bir sermaye yoğunlaşması ve merkezileşmeyle karşı karşıya olduğumuzu görmeden, bu sektörün transgenik tarıma geçişindeki dinamikleri anlayamayabiliriz.
Tarımdaki kapitalistleşmenin endüstriyel imalatta olduğu kadar hızlı bir yoğunlaşma ve merkezileşme süreci izlemediğini, bu sürecin tamamlanmış olmadığını biliyoruz. ABD'de 1930'da 6.7 milyon olan bağımsız çiftlik sayısı 1998'de 1.8 milyona düşmüş (% 72'lik bir düşüş) durumda. Bunların % 6'sı, toplam çiftlik üretim değerinin % 60'ını sağlıyor. Ama böylesine bir yoğunlaşma ve merkezileşmeye karşın, bu % 6'lık bölüm bile, 100 bin çiftlik demek. Bu, üretimin % 40'ının sadece dört şirket tarafından yapıldığı bazı imalat sektörleriyle (ABD) karşılaştırıldığında, gene de son derece dağınık bir yapı anlamına geliyor. (7)
Ama asıl mesele şu ki, çiftliklerin çıktılarının alıcısı konumundaki (pek çok kez de, aynı zamanda girdi sağlayıcısı) şirketler açısından, tam tersine müthiş bir pazar hakimiyeti söz konusu. ABD'de farklı kesitlerde en büyük dört şirketin pazar payları şöyle:
Tavukta (et için yetiştirilen) yüzde 55, sığırda (kesim) yüzde 87, koyunda (kesim) yüzde 73, hindide yüzde 35, buğday işlemede yüzde 62, soya fasulyesinde yüzde 76, yaş mısır işlemede yüzde 57, kuru mısır işlemede yüzde 74. (8)
Toprak hariç üretim araçlarının (araç, makina ve aletler), tohumun, ilaçların, suni gübrenin, hatta enerji kaynaklarının belirli şirketler tarafından sağlandığı, üretim süreçlerinin çiftçinin iradesinden bağımsız olarak belirli şirketler tarafından tasarlandığı, uygulatıldığı ve denetlendiği, ürünün belirli şartlarda belirli şirketler tarafından satın alındığı Amerikan tarım modelinde, üretim üzerinde söz hakkını tamamen yitiren, ürününe neredeyse bir fabrika işçisi gibi yabancılaşan çiftçinin, tarlası, evi ve üretimde kullandığı yapılar üzerindeki mülkiyetini devam ettirmesi, bu yüzden pek bir şey ifade etmiyor.
Girdi, üretim ve çıktılarda büyük şirketlere tamamen bağımlı olan bu "proleter çiftçi"nin, aynı şirketlerin kârın maksimizasyonu için dayattığı transgenik tarım uygulamalarını dünyanın başka yerlerindeki çiftçilerden çok daha kolay kabullenmesinde, kuşkusuz bu bağımlılığın ve çaresizliğin önemli rolü bulunuyor. Gıda sektörüne ürün sağlayan ya da ürünleri işleyip süpermarket ve restoran zincirlerine dağıtan dev şirketler ise, Bilim ve Teknik dergisinin Mayıs 2002 sayısında sözü edilen "Flavr Savr" domatesi gibi "denetlenebilir" ürünler istiyor. (9)
Canlı organizmanın "mülkiyeti" ve patent
Tarım ürünlerinin denetlenebilir olması, sadece mahsulün hasattan sonra daha dayanıklı, uzun ömürlü, daha çekici görünüşlü ya da daha sert, sulu, kokulu, vs. olması anlamına gelmiyor. En az bu özellikler kadar önemli olan, mesela organizmanın zararlı böceklere ya da bu böcekleri veya zararlı bitkileri öldürmek için kullanılan pestisitlere ve herbisitlere dirençli olması.
Birçok durumda, gen modifikasyonuyla bitkiyi dirençli kılan biyoteknoloji şirketi iki kanaldan birden gelir elde ediyor, mevcut gelirlerini artırıyor. Monsanto ile "Roundup" - "Roundup Ready" ürünleri örneğinde olduğu gibi..
Dünyada en çok satılan herbisitlerden biri, Monsanto'nun "Roundup" adlı ürünü. 1998'de şirketin yıllık satışlarının % 17'sini oluşturan Roundup (10), herbisit dirençli Monsanto ürünleri "Roundup Ready Soya Fasulyesi" (1997'de ABD'deki toplam soya fasulyesi ekim alanının % 15'inde), "Roundup Ready Pamuk" ve "Roundup Ready Kolza"da, normalin kat kat üstünde yoğunlukta kullanılabiliyor. Böylece Roundup kullanan çiftçilere Roundup Ready ürünlerinin dayatılması, Roundup Ready ekenlere de daha fazla Roundup herbisiti kullandırmak mümkün oluyor. (11)
Ama biyoteknoloji şirketlerinin tarımdaki güçlerini asıl artıracak, güç dengelerini radikal biçimde yeniden oluşturacak faktör, bu şirketlere organizmalar üzerinde her türlü tasarruf ve ayrıcalığı tanıyan teknolojiler ve "patent" sistemi.
Bir şirket, genetik olarak değiştirdiği ve patentini aldığı ürünün sadece bir defalık kullanım hakkını çiftçilere satıyor. Bu ürünü bir sonraki yıl da ekmek isteyen çiftçiler, ellerindeki tohumu kullanmaya kalkarlarsa hem şirketle yaptıkları sözleşmeyi ihlal etmiş, hem de kanunları çiğnemiş oluyorlar. Ürünü ikinci kez ekmek için, ilgili şirketten yeni tohum almak durumunda olan çiftçilerin "korsan" ekim (hasattan sonra elde kalan tohumlarla) yapmasını engellemek üzere biyoteknolojik yöntemler de geliştirilmiş durumda. Bu yöntemlerin en etkilisi, "terminatör gen" denilen ("katır tohum" da denebilir) yöntemi. Terminatör gen uygulamalarında, ekilen tohum ürün veriyor, ama o ürünün hasatından sonra elde kalan ikinci kuşak tohumlar kısır oluyor. Yani çiftçi bunları ekse bile, artık ürün alamıyor.
Ya ekoloji? Transgenik tarımın çevre üzerindeki etkileri? (ŞA/BB)
Sıradaki öykü: 135 yıllık güncel çözümlemeler ve Guamo dışkısı
(1) "Bovine somatotropin" ile ilgili ayrıntılı bilgi için: http://www.nalusda.gov/bic/BST/other.html
(2) 1997-2002 yılları arasında,dünyada en fazla ekim alanına sahip dört transgenik bitki, ekim alanlarının büyüklüğü sırasıyla, soya, mısır, pamuk ve kanola (kolza). Patates, bal kabağı ve papaya, kısıtlı da olsa ekimi yapılan transgenik tarım bitkileri arasında. 2002 yılında dünyada toplam transgenik ekim alanının yüzde 62'sini transgenik soya, yüzde 21'ini transgenik mısır, yüzde 12'sini transgenik pamuk ve yüzde 5'ini transgenik kolza/kanola oluşturuyor. (Kaynak: Gıda Mühendisleri Odası'nın 24 Mayıs 2003'de düzenlediği "Genetik Modifiye Organizmalar ve Gıdalarda Kullanımı" Paneli / http://www.gidamo.org.tr/genetik%20modifiye.pdf )
(3) George Monbiot, Captive State, Pan Books (2001) , s. 238
(4) Aynı kaynak, s.235-6
(5) Aynı kaynak, s. 242
(6) Genetik tarım ürünlerinin insan sağlığına etkileri konusunda üstünde durulan pekçok konu var. rBST ile ilgili olanlar bunlardan sadece biri. Farklı bir örnek vermek gerekirse, Monsanto tarafından geliştirilen soya fasulyelerinin dirençli olduğu glifosatın kanserojen olduğu bundan altı yıl önce "Journal of the American Cancer Society" tarafından açıklanmıştı. Genetik olarak değitirilmiş soya fasulyeleri dirençli olduğu için, tarım zaralılarının yok edilmesinde glifosat bugün geçmişe oranla çok daha yüksek dozlarda kullanılabiliyor.
(7) R.C. Lewontin, "The Maturing of Capitalist Agriculture: Farmer as Proletarian", Monthly Review Temmuz - Ağustos 1998 sayısı
(8) William D. Heffernan, "Agriculture and Monopoly Capital", Monthly Review Temmuz - Ağustos 1998 sayısı
(9) TÜBİTAK tarafından yayınlanan Bilim ve Teknik'in Mayıs 2002 sayısında, domateslerle ilgili genetik mühendislik çalışmalarını ele alan bir makalede şöyle deniyor:
"Taş gibi ya da içi geçmiş olmasına aldırmazsanız, mevsimine bakmaksızın istediğiniz her meyveyi süpermarketinizde bulabiliyorsunuz. Ama kendi kendine olgunlaşmış bir meyve ötekilerden çok farklı. Olgunlaşma, meyveleri yenebilir ve lezzetli kılan bir süreç olmakla kalmıyor, aynı zamanda türün yayılabilmesi için de gerekli. Nakilleri, depolanmaları ve raf ömürleri açısından yenebilir meyvelerin olgunlaşma sürecinin denetlenebilir olması büyük önem taşıyor. Bu denetim ayrıca, ekonominin globalleştiği dünyada büyük bir stratejik avantaj anlamına geliyor. ABD Tarım Bakanlığı'yla bazı Amerikan ve İngiliz üniversitelerinden uzmanlar, meyvenin gelişmesini hormonal etkinlikten bağımsız olarak denetleyen geni bulduklarını açıkladılar."
Makalede daha sonra da raf ömrü uzun, biyoteknoloji ürünü "Flavr Savr" domatesinden söz ediliyor.
(10) Gerad Middendorf, Mike Skladany, Elizabeth Ransom, Lawrence Busch, "The Struggle for Democratic Choice", Monthly Review Temmuz - Ağustos 1998 sayısı
(11) Monsanto, Roundup Ready Soya Fasulyesi sattığı çiftliklerle yaptığı sözleşmelerde, herbisit olarak Roundup kullanılması şartına da imza attırıyor. Bu sözleşmelerde, sözleşmedeki maddeleri ihlal eden çiftçilere ağır para cezaları verilmesi öngörülüyor.