Öyle bir şehir tasavvur edin ki kaldırımları bir sarayın bitmez tükenmez koridorları gibi olsun. Çoğu kızıl renkte, envai çeşit doku ve görüntüdeki yüzeylerde adeta kayarcasına yürürken, birbirinden farklı stillerdeki sütunların desteklediği kemerlerin altında kendinizi korunaklı bir alanda hissetmeniz gayet doğal. Yağmur, kar veya dolu da yağsa, ozon tabakası delinmiş gezegenimizde güneş kavurucu ışınlarıyla sizi tehdit de etse, kentin içinde güvenle dolaşmak muhteşem bir lüks sayılmaz mı?
Bologna'da yüzyıllar boyunca sürdürülmüş bir gelenek sayesinde kentin tarihi merkezinde 38, eski surların dışında kalanlarla 53 km'ye ulaşan portico'lar İtalya'nın UNESCO tarafından Dünya Mirası ilan edilmiş değerlerinden. Tabii bir filmin suaresinden eve geç saatte dönüyorsanız, gece ışıklandırmalarıyla tam bir opera dekoruna dönüşmüş üstü örtülü geniş kaldırımları doyasıya yaşamanız, yaklaşmakta olan iki topuğun ta uzaklardan yankılanan sesiyle irkilmeniz veya hayallere dalmışken yoldan kaldırıma aniden fırlayan bir sarhoşun varlığıyla ürkmeniz fazlasıyla mümkün.
Fakat kentin içinde gündüz gezerken, yanıbaşınızdaki trafik akışı kamyonlara kapalı olsa da, Venedik'te tarihi dokuyu zangırdatmasına bir türlü engel olunamayan heyula gibi kruvaziyerler misali, gürültülü motosikletlerin, arabaların ve ağzından ateş fışkırtan ejderhalara benzer külüstür otobüslerin kurbanı olmanız işten bile değil. Muhtelif çağlarda inşa edilmiş gayet estetik portico dokusunun kemerleri altında sıkışan egzos gazları bir yana, yankılanarak katlanan motor gürültüsü sizi kısa zamanda ambale edecektir. Ayrıca mevzubahis konfora kendinizi uzun süre teslim edip birkaç saat sonra bile gökyüzüne kavuştuğunuzda klostrofobinizin tetiklenmiş olduğunu da fark edeceksiniz.
Bir zamanların kuleler diyarı
Böylesine tatsız bir hissiyatın benzerini yaşamanız ihtimali olan, Bologna'nın sembollerinden bir diğeri, tarihi Asinelli Kulesine tırmanış parkuru da var. Dante'nin yaşadığı çağda güçlü ailelerin sembolü olarak kentte birçok kule yükselmesine rağmen bugün Asinelli manzaraya tek başına hâkim.
Birçok durumda uygulanmayıp pazarlık payı daima bırakılmasına rağmen Akdenizli komşu İtalya'nın son yıllarda fanatikçe empoze ettiği teferruatlı talimatnamelerden bir tanesinin 100 metreye yaklaşan yüksekliğiyle birçok fobiyi tetikleyebilecek Asinelli'ye dair olmaması beni şaşırttı (Yoksa var da içeriği bana mı iletilmedi!)
Tanımadığınız yaklaşık 20 kişilik bir turist kafilesiyle kulenin spiral şeklindeki paslı ve daracık merdivenlerine adımınızı attığınızda, nispeten karanlık ortamda panik atak geçirme ihtimali mutlaka içinizi kemirmeye başlayacaktır. Fakat erkekliğe bok sürdürmemek için, soğukkanlılık derecesini kesinlikle bilmediğiniz yabancılarla kıç kıça dik tırmanışı sürdürüp ilk safhayı atlatırsanız, bu defa da kulenin iç cephelerine yapışık ahşap merdivenlerin yanından aşağıya doğru sizi adeta emen mesafeyle yükseklik korkusuna kapılmanız işten bile değil.
O anda aklınıza, 1,3 derece eğimli Asinelli'nin yanıbaşında 4 derecelik eğimiyle yükselen İtalya'nın en "yamuk" kulesi Garisenda geldikçe coğrafyayı sık sık sallayan depremleri de hatırlayabilirsiniz; neyse ki tarihi binanın kalın duvarlarında, küçücük de olsa birçok delik bedeninizi bir nebze rahatlatacaktır.
Dışarısı gayet sıcak da olsa sözkonusu delikler sayesinde havanın içeriye serinleyerek sızması, her türlü teknolojik klima sistemiyle aşık atacak seviyede, ortamı birincil ihtiyacımız oksijenle doldurmaya devam edecektir. Ne yapmanız gerektiğine dair, size devamlı telkinde bulunan anons sistemi çalışmıyorsa, yandınız! Ne de olsa iniş sırasında da dikkat edilmesi gereken unsurlar var: Zamanla adımların epeyce aşındırdığı ve cilayla parlatılmış kadar kayganlaşmış dimdik ve ensiz ahşap basamaklar (bilhassa nemli yaz aylarının meteorolojik şartları sizi parmak arası tokyo giymeye ittiyse!), ayrıca bazen sağlamlığından kuşku duyabileceğiniz ama iki elinizle en azından dengeyi yitirmemek üzere hafifçe tutunduğunuz yine ahşap trabzanlar.
İddialı etkinlik
Hissiyatı unutacağım ana kadar, bir daha herhangi bir kuleye çıkmamaya and içtikten sonra, çizme olarak anılan memlekette beni kontrpiyede bırakan bir diğer dinamik Biografilm'in ta kendisi oldu. İtalya'nın komünist kalesi olarak bilinen Emilia-Romagna bölgesinin başkenti Bologna'da düzenlenen uzun soluklu film festivali çağdaş teknolojiye dayanarak misafirlerine 14 çeşit giriş kartı hazırlamıştı.
Şimdiye kadar bulunmuş olduğum birçok festivalin bu yöndeki icraatını katbekat aşan ve apayrı (!) ayrıcalıklara haiz kart sahiplerinin büyük haz alarak katıldığı eğlenceli oyun, sınıfların bir türlü elde edilemeyen alegorik eşitliğini tekrar yerle bir eder gibiydi. Boş olduğu kesin salonların önünde, filmlerin başlamasına çok az kala açılan kapılar sayesinde sinemaların girişinde nispeten cılız kalabalıkların oluşturduğu ayrı ayrı kuyruklar, genelde gençlerden müteşekkil kalabalık bir fotoğrafçı ordusunun (abartıyorum!) hışmına uğruyor; üstüne festival logosu yapıştırılmış, nispeten büyük cüsseli ve yüksek araçların mekânın önüne kadar taşıdığı yabancı misafirler geldiğinde ilgi neyse ki onlara yöneltiliyordu.
Temcit pilavı gibi tekrar tekrar karşımıza çıkarılan Whitney Houston hakkındaki yeni belgeselin yapımcısı da bu yüceltici muameleden nasibini alacaktı. Sundance'le "akraba" olduklarını gururla paylaşan etkinlik yöneticileri, boyunları ABD karşısında kıldan ince birçok memleketten birinin sözcülüğünü sürdürür gibiydi.
Dinlerin sonu mu geldi?
Katoliklikle hesaplaşmasını bir türlü bitirememiş İtalya'nın sol kanadını temsil etmesi beklenen festival yöneticilerinin Biografilm'in ödül törenini Fransisken kökenli Oratorio San Filippo Neri'de gerçekleştirmesi tesadüf müydü bilemem, fakat etkinliğin basın merkezi olarak dinî vasfını yitirmiş bir kilise seçilmiş olması misafirlere adeta mistik bir tecrübe yaşattı.
Festival yöneticilerinin asıl provokasyonu ise yönetmenliği Peter Greenaway'e ait, Katolikleri bir zamanlar epey kızdırmış olan Martin Luther hakkındaki belgeselin (Luther and His Legacy) kiliseye ait Orione sinemasında yapılmasıydı. Protestanlığın babasını sevapları ve günahlarıyla masaya yatırmış olan, zıpırlığından hiçbir şey yitirmemişe benzeyen kurt sinemacı Vatikan'a ve Hıristiyanlığa açık açık meydan okudu. Önce salonda bulunan papazı fark edip hepimizi din insanının varlığından haberdar etti; sonra bilişim çağının sonucu olarak dinin kısa zamanda tüm inandırıcılığını yitirerek ortadan kalkacağını yüksek sesle ifade etti ve bunun sonucunda hararetle alkışlandı.
Renzo Piano ve Carlos Saura
Bologna'nın bağrına bastığı ustalardan bir diğeri Carlos Saura oldu. İlerlemiş yaşına rağmen parlak olduğu kadar mütevazı aurasından hiç bir şey yitirmemişe benziyordu ve kendisiyle ilgili geleceğe dair ümit beslememizi mümkün kıldı.
Dünya sinemasına sayısız eserler kazandırmış büyük sinemacı Biografilm'e son belgeseliyle katıldı ve etkinliğin Celebration of Lives ödüllerinden birini de aldı. Tüm gezegende iz bırakmış mimar Renzo Piano hakkındaki Renzo Piano: The Architect of Light adlı yapım mimarın hayranlık verici icraatına odaklanırken Saura çekim süreci boyunca olanlara dikkatlice tanıklık edip onları belgelemekten öteye gitmediğini belirtti. Filmin dünya prömiyeri Biografilm sırasında İtalya'da gerçeleşmiş oldu.
İspanya'nın denize nazır Santander kentinde Centro Botín'i inşa ederken havada adeta asılı duran bir bina ortaya çıkarma amacına mimar Piano ulaştı mı bilemiyorum, fakat film boyunca İstanbul Kabataş'taki benzer Martı projesinin akıbetini de kaygıyla merak etmekten geri duramadım. Piano'nun İstanbul Modern için tasarladığı bina hakkındaki gizem perdesi de bu arada yavaş yavaş aralanıyor...
Çok özel ayrıntılarla Orson Welles
Festivalde yer alan yapımların birinde masaya yatırılan bir diğer usta, sinema dehası Orson Welles'ti. Belgesel dünyasının parlak yıldızlarından Mark Cousins'ın elinden çıkma The Eyes of Orson Welles devrimci film yaratıcısının yeni keşfedilmiş bazı resim ve desenlerinden yola çıkıyor. Çocukluğundan itibaren büyük sinemacıyı etkileyen kişi ve olaylara değinirken Cousins'ın Orson'la sohbet edermiş gibi oluşturduğu dil tüyleri diken diken edecek cinsten. Michael Moore'un yapımcılığında ortaya çıkan 110 dakikalık etkileyici eser Trump ve diktatörlüğe soyunmuş birçok liderin hâkim olmaya çalıştığı dünyamıza Welles'in öngörüleriyle bir kez daha ışık tutuyor.
Belgeselin dünya prömiyeri Mayıs ayında Cannes'da yapılmıştı; İstanbul'da mutlaka görmek istediğimiz çarpıcı yapım Biografilm sonrasında Uluslararası Edinburgh Film Festivalinin programında yer aldı.
Zengin arşiv malzemesinin yardımıyla da Welles'in kişiliği hakkında derin bir psikolojik analize ortak olurken film, seyirciyi adeta hipnotize ediyor.
Militan Fonda
Sinemada parladığı kadar protest kimliğiyle ABD başkanı Nixon'a varana kadar epey insanı kızdırmış olan Jane Fonda'ya da doyduk Bologna'da. Yönetmenliğini Susan Lacy'nin, biyografik bir belgeselden beklenebilecek geleneksel tüm unsurları katarak kotardığı 133 dakikalık yapım Jane Fonda In Five Acts adını taşıyor. Hayatının büyük bir kısmını en başta babası olmak üzere, erkeklere ve bilhassa kocalarına kendisini beğendirmek üzere uğraşarak geçirdiğini itiraf eden Fonda, ilerlemiş yaşlarında kendiyle barıştığını belirtiyor.
Film Sundance'te dünya prömiyerini gerçekleştirdikten sonra Cannes'da, akabinde Biografim'de gösterildi.
Sürükleyici senaryosu, detaylı kişilik çözümlemeleri, birbirinden renkli arşiv görüntüleriyle belgesel su gibi akıp gidiyor. Yaptırdığı estetik müdahaleleri saklayamayacağını (!) açık yüreklilikle söyleyen Fonda, Vanessa Redgrave gibi yılların insan yüzünde bıraktığı güzel izleri gururla taşıyacak kadar cesur olmadığını da ifade ediyor. Muhalif kişiliğinden pek feragat etmişe benzemeyen yıldızın ışığı Hollywood'da tekrar parlarken, feminist Jane kadın haklarını veya ABD yerlilerini, protestoların ön saflarında yer alarak savunmaya devam ediyor.
Birçok insanın Jane Fonda'yı hatırlamasına sebep olacak Aerobik çalışmaları ve çok satan video kasedi meşhur oyuncunun politik imajını zedelemiş gibi görünse de, militan kocasıyla beraber yaşarken sadece aileyi geçindirmek için başvurduğu bir çıkış yoluydu. Gençliğinde özgüvenden yoksun ve imajından rahatsız Jane'nin anoreksik ve bulimik olduğu da filmde masaya yatırılmış mevzulardan.
Düşkünler malikânesi
Fonda ailesi gibi ABD toplumunun idollerinden sayılan Kennedy'lerin soyadını almadan önce Jackie, Fransa kökenli aristokrat Bouvier soyadını taşıyordu. Belgesel sinema sanatının özel hayata dahil olmasına dair ilk ve en cesur örneklerden biri sayılan 1975 yapımı Grey Gardens'ta kendisini asil kökenli ama düşkün akrabaları, anne ve kız olmak üzere aynı adı taşıyan Edith Bouvier Beale ikilisine yardımcı olmaya çalışırken görmüştük.
Albert ve David Maysles kardeşlerin kıvrak ellerinden çıkma filmin gerçekleştirme aşamasına karar verilmeden önce East Hampton'daki malikâneye yapılmış ilk ziyaretler ve deneme çekimleri, başka görüntülerle harmanlanarak 2017 yapımı That Summer belgeselini doğurmuş. Göran Olsson imzasını taşıyan 80 dakikalık filmde, çöp ev karışıklığındaki odalarda kedi ve rakunlarıyla yaşayan anne-kıza esas yakın duran Jackie'nin kızkardeşi, halen hayatta olan Lee Radziwill'in ta kendisi.
Müzikal olarak tiyatro sahnesine uyarlanmış, televizyon filmi versiyonunda Jessica Lange ve Drew Barrymore'un devleştiği, Rufus Wainwright'ın Grey Gardens şarkısına ilham veren, toplumsal hayatın birçok ayrıntısıyla bağını koparmış ikilinin yaşamı insanları etkilemeye devam ediyor.
Dünya prömiyeri Telluride Film Festivalinde gerçekleşmiş olan belgesel daha sonra Berlinale'de, Galsgow'da, CPH:DOX'ta yer aldı, ABD ve Birleşik Krallık'ta sinemalarda genel gösterime girdi.
Başörtüleriyle adeta çığır açmış, tiz perdeden annesinin çağırdığı adıyla Edie'ye bir kez daha yakınlaşacak, belki acıyacak, My Adobe Hacienda şarkısının nakaratını obsesif biçimde kameraya aniden yaklaşarak tekrar tekrar söylerken büyük ihtimal ondan biraz rahatsız olacaksınız, tıpkı benim Asinelli kulesinden aşağıya doğru fotoğraf makinemle biraz sarkarak Bologna manzarası çekmeye çalışırken hissettiğim tedirginlik gibi… (MT/ÇT)