Sinemada türlerin doğuşu, sinemanın doğuşuyla birlikte, yani sinemanın ilk emekleme yıllarında gerçekleşmiştir. Lumière Kardeşler’in, Georges Méliès’in, D. W. Griffith’in ortaya koymuş oldukları sessiz filmlerin hepsi bir türün ilk öncüleri olma özelliğini taşımaktadır.
Ticarileşen sinema, daha da güçlenmek için yeni metot arayışlarına girmiştir. İşte bu önemli metotlardan birisi de “türler”dir. “Tür”, sinema filmlerini sınıflandırmada kullanılan ve izleyicinin izlemekte olacağı filmin temasını önceden bilmesini ve ona göre seçimini yapmasını sağlayan metottur ve önemi buradan ileri gelmektedir. Komedi, dram, korku, western, fantastik, bilimkurgu, müzikal, polisiye... bu türlerden bazılarıdır.
Türlerden birisi de biyografi filmleridir. Bu yazının konusu da bu tür olacaktır. Dünya ve Türkiye sinema tarihi, bu tür üzerine birçok örnek vermiştir.
Günümüzde de bu türün örnekleri çoğalarak devam etmektedir. Bu filmlerin bazıları sinemasal estetik anlamında başarılı, bazıları da başarısız olmuştur.
Bu türün ilk örneği konusunda tartışmalar olsa da Méliès’in “The Dreyfus Affair” (1899) filmi biyografi filmi değil, tarihi filmdir; ama Méliès’in “Jeanne d’Arc”ı (1899) biyografi film türünün ilk örneği sayılabilir.
Dünya sinemasında biyografi filmleri, genelde popüler alanlar oldukları için spor, siyaset ve sanat alanından “ünlü” karakterlerin hayatlarını konu edinmişlerdir: “The Great White Hope” (1970, Martin Ritt), “Gandhi” (1982, Richard Attenborough), “Caravaggio” (1986, Derek Jarman), “Amadeus” (1984, Miloš Forman), “Tous Les Matins Du Monde” (1991, Alain Corneau), “Chaplin” (1992, Richard Attenborough), “Nixon” (1995, Oliver Stone), “Surviving Picasso” (1996, James Ivory), “Shine” (1996, Scott Hicks), “Michael Collins” (1996, Neil Jordan), “Prefontaine” (1997, Steve James), “Frida” (2002, Julie Taymor), “Motocicleta” (2004, Walter Salles), “Coach Carter” (2005, Thomas Carter), “Copying Beethoven” (2006, Agnieszka Holland), “At Eternity’s Gate” (2018, Julian Schnabel), “The Iron Lady” (2011, Phyllida Lloyd), “Lincoln” (2012, Steven Spielberg), “Diana” (2013, Oliver Hirschbiegel), “Dangal” (2016, Nitesh Tiwari), “A Hidden Life” (2019, Terrence Malick), “Diana Frances Spencer” (2021, Stephen Frears), “One Life” (2023, Stephen Frears), “Reagan” (2024, Sean McNamara)…
Biyografi filminin Türkiye’deki seyri
Dünya sinemasında birçok siyasetçi biyografi filmi çekilmiş olmasına rağmen, Türkiye sinemasında bu alandaki örnekler çok azdır. Türkiye’de siyasetçi biyografisi denince yapımlar genelde Mustafa Kemal filmleri etrafında yoğunlaşıyor. “Veda”, “Dersimiz: Atatürk”, “Atatürk 1881-1919” gibi filmler bu duruma örnektir.
Bunların dışında “Reis” filmi Recep Tayyip Erdoğan’ı, “Buğday Tanesi” ise Serkan Bayram’ı işlemiş filmlerdir. Ancak bunların sayısı, müzisyen ve sporcu biyografileriyle kıyaslandığında gerçekten neredeyse yok denecek kadar az düzeyde kalıyor. Belki de sanatsal açıdan özgür ortamın kilitlenmişliği ve bu bağlamda yönetmenlerin derin sularda yüzme korkuları bu durumu tetiklemiş olabilir.
Siyasetçi biyografi filmlerine mesafe konulunca da, artık aynı olan, kendisini tekrarlayan şarkıcı ve spor biyografi filmleriyle sık sık karşılaşmış oluyoruz.
Biyografi filminin Türkiye’deki seyrine bakacak olursak, bu türün sinemasal anlamda ilk örneğini “Karanlık Dünya: Aşık Veysel” (1952) ile Metin Erksan vermiştir. Bunun arkasından Avni Dilligil’in yönetmenliğini yaptığı “Karacaoğlan” (1955) filmi gelir.
Devamında gelen biyografi film yine Karacaoğlan üzerine olan “Karacaoğlan’ın Kara Sevdası” (1959, Atıf Yılmaz) olacaktır. Bu çalışmaların ardından Atıf Yılmaz, Metin Oktay’ın da oynadığı “Taçsız Kral” (1965) filmi ile tekrardan biyografiye göz kırpar.
“Karanlık Dünya: Aşık Veysel” ve “Taçsız Kral” biyografi filmleri, kendisinden sonra gelecek olan bu yakın dönem şarkıcı ve spor biyografi filmlerine prototip işlevi görecektir. Söz edilen bu her iki filmde de gerçek karakterler oynatılmış olsa da, yine de sonradan çekilecek olan bütün biyografi filmlerini etkilemiştir.
Şarkıcılar serisi
Türkiye’de biyografi filmlerinin müzisyenle (Aşık Veysel) başlayan seyri, ani bir biçimde spor alanına (Metin Oktay) girer ve hızlıca tekrar o alandan çıkar; kendisine yeni bir alan açar; inanç öncüleri (“Pir Sultan Abdal” (1973, Remzi Jöntürk), “Hacı Bektaş-ı Veli” (1974, T. Fikret Uçak) seyriyle yola devam eder.
Sonrasında inanç öncüleri seyrinden çıkan biyografi filmleri tekrar müzisyenleri hatırlar ve sayısı oldukça fazla olan müzisyen biyografi filmleri arka arkaya çekilir: “Acıların Kadını” (1986, Ülkü Erakalın), “Aşk Ölümden Soğuktur” (1995, Canan Gerede), “Aşık” (2016, Bilal Babaoğlu), “Müslüm” (2018, Can Ulkay, Ketche / Hakan Kırvavaç), “Dilberay: Küçük Dev Kadın” (2022, Ketche / Hakan Kırvavaç), “Barış Akarsu: Merhaba” (2022, Mert Dikmen), “Bergen” (2022, Mehmet Binay, Caner Alper), “Murat Göğebakan: Kalbim Yaralı” (2023, Ali Ayyıldız), “Cem Karaca’nın Gözyaşları” (2024, Yüksel Aksu)…
Şarkıcılar serisi diyebileceğimiz bu seri, içinde birçok problemi barındırmaktadır. Ve bu problemler, içerik olarak da sinematografik olarak da derinliklidir. Türkiye’de çekilmiş biyografi filmlerinin en büyük problemi, biyografiyi anlamlandırmadaki durumlarıdır. Biyografiye biçtikleri anlam da filmleri sorunlu hâle getirmektedir. Nedir biyografiye biçtikleri anlam?
Başkarakter doğar, büyür, büyük acılar çeker, ünlenir ve kimi zaman da ölür. Bu anlatı tarzı, biyografi filmlerinin kendisini bir ansiklopedi, kitap sanıp baş karakterinin bütün hayatını anlatma çabası, hiçbir zaman başarılı sonuçlar vermemiştir. Ansiklopedi ve kitap olma çabası yüzünden biyografi filmleri, anlatı dili anlamında olsun, sinematografik anlatı anlamında olsun gelişim gösterememiştir.
Başkarakterinin hayatının bütün bölümlerine kamerayı çevirme isteği problemlidir. Bu ısrarlı istek, filmleri homeomerik bir çıkmaza sokmaktadır.
Yani filmlerin birbirinin tekrarı hâline gelmesi, filmlerin birbirine benzemesi, sadece film isimlerinin farklı olması ama bütün parçacıkların birbirinin aynısı olma durumu, biyografi filmlerinin en büyük çıkmazlarındandır.
Biyografi filmlerinin yaşadığı şey de zaten tam budur. Karakterin çocukluğunu, gençliğini ve yaşadığı dramları anlat; sonrasında da ünlenmesini ver ve arkasından bitim jeneriğinde arşiv fotoğrafları, videoları göster, olsun bitsin. “Müslüm”, “Murat Göğebakan: Kalbim Yaralı”, “Bergen”, “Cem Karaca’nın Gözyaşları”, “Dilberay: Küçük Dev Kadın”, “Barış Akarsu: Merhaba”da da tam bu matematik işleniyordu. Biyografi filmleri neden şunları hiç denemez? Yok mu baş karakterin yaşamından en alıcı bir kesit; yaşamının son yedi günü, son iki saati ya da sırf çocukluk dönemi gibi…
Popülerlik ve ticari kaygı
Biyografi filmlerin bir diğer önemli problemi ise popülerliği ve ticari sinemacılığı öne çıkarmasıdır. Popülerlik ve ticaret birbirini besleyen iki unsur olduğundan, biyografi filmleri de bu algıdan yola çıkarak popüler isimlere yönelmiştir. Bergen’in sinemada üç kez anlatılması zaten bu yüzden değil midir?
Popülerlik ve ticari kaygı, biyografi filmlerindeki sanatsal kaygıyı gölgede bırakmıştır. Bu bağlamda bir başka sorun da ortaya çıkmaktadır: yapay oyunculuk sorunu. Tabii bu sorun ticari sinemacılıktan bağımsız düşünülemez. Birçok biyografi filminde, izleyiciyi büyüleyecek, sürükleyecek bir oyunculuktan çok, özensiz bir oyunculuk görmekteyiz.
Son olarak da Türkiye’deki biyografi filmlerinin “politikleşememe problemi”nden söz etmek isterim. Bu problem de genel anlamda yönetmen ile ilgili olan bir problemdir.
Bu problem, yönetmenin yapımcıların ve sponsorların sığ (ticari) dünyasına mesafe koyamaması ile başlar. Türkiye’deki şarkıcı biyografileri olsun, sporcu biyografileri (“Cep Herkülü: Naim Süleymanoğlu”, 2019, Özer Feyzioğlu…) olsun, bu bütün filmlerin çekeninin yönetmen mi yoksa yapımcı mı olduğu konusu artık tartışmaya açık bir konudur.
(MD/EMK)
Avni Dilligil’in yönetmenliğini yaptığı “Karacaoğlan” (1955) filminin izlenme kayıtları bulunamadığından izlenememiştir.





