Faili Meçhul Kayıp tanımı; faili meçhul cinayet ve gözaltında kayıp ifadelerinin bir anagramı olarak türetilmiştir. Bu iki olgu, birebir örtüşmese de kaçınılmaz bir ilişki içinde olduğundan olduğundan, yazı içinde her bir durumu ayrı tanımlamak yerine, tek bir ifade kullanılacaktır.
İnsanın kıymet verdiği birisini yitirmesi, onunla anlamlandırdığı dünya tahayyülünün zedelenmesi, kaybedilenin bir daha geri dönmeyecek olması ve bunun yavaş yavaş sindirilmesi ızdıraplı bir yaşantıdır.
Psikodinamik açıdan bakıldığında, nesnenin realitedeki kaybıyla iç gerçekliğimizdeki varlığı, ilişkimizin bir ‘iç ilişki’ olarak süregider olması bizi ruhsal yönden sağaltan ya da darbeleyen süreçlere taşıyabilir. Yas çalışması kaybedilenin ardından uzun bir zamana yayılan duygusal-zihinsel muhasebenin, tabiri caizse acıyı bal eylemenin, ölümden yaşam çıkarmaya çalışmanın bir yoludur.
Bu yolculuk, sadece bilinç seviyesindeki bir çalışma değildir. Nesneye karşı arzumuz, sevgiyle karakterize bağlarımız kadar, görmediğimiz, göremediğimiz, inkarında olduğumuz saldırgan yatırımlarımız da vardır.
İçimizdeki imgesiyle uğraştığımız kaybı, hem öldürmeye hem de yaşatmaya çalışmak gibi ikili ve zor bir görevle uğraşmaktayızdır.
Kimi durumlarda yas, ertelenmiş, donmuş, katılaşmış bir hale gelir. İçimizdeki kayıp ‘kıymığı’ ayrı bir parça olarak saplanır kalır ve bu parça sağlıklı özdeşleşmeler kuramadan, sindirilmeden öylece durur. Varlığı da, oraya dokunulması da hep aynı ağrıyı yaratır. Öyle ki hem bir kaybımıza dair hatırlatıcı bir işaret, hem dinmeyen bir yas fırtınası, hem de canımız yakan ve öfke uyandıran bir kıymıktır o.
Yasın nasıl yaşanacağını belirleyen önemli faktörler vardır. Yasın patolojik bir sürece mi evrileceğini, yoksa işlenip uygun biçimde mi sonlandırılacağını, kişiliğimizin dinamik örgütlenmesi kadar, kaybın oluş biçimi, kayıp sonrası yaşananlar, sosyal desteklerimiz, yas ritüellerimiz de etkiler.
Yasın en önemli sıkıntılarından biri zamanla kurulan ilişkidir. Ertelenmiş yas; zamanı durdurmak, yas nesnesini ebedileştirmek, böylece zamandışı bir dünyaya düşmektir.
Faili meçhul kayıplarda devletlerin paramiliter unsurları, yıkıcı bir şiddet kullanarak muhaliflerini yok etme yoluna giderler. Kendine has özellikleri olan bu şiddet eylemi, yakınını kaybetmiş olan insanların yas tepkilerini de farklılaştırabilir.
Faili meçhul kayıplarda, yas ritüellerinin gerçekleşmediği, acıyı hafifletici son görevlerin yerine getirilemediği ve buna eşlik eden dayanışmanın yaşanamadığı bir durum vardır. Öleni ruhsal-manevi-dinsel tasavvurumuz içinde yerleştirebileceğimiz bir ‘mekan’ yoktur. Bu mekan dışarıda bir ‘yokluk’ olarak travmayı sürekli kanırtırken içeride de bir ‘delik’ olarak tezahür eder.
Yas sahnesinin en önemli kurucusu olan naaş-beden ya sahnede değildir ya da sahnedeki rolünü, ölüm rolünü oynamasına dahi müsaade edilmemiştir. Bu durumda bastırılanın (gömülenin), işlevsel geri dönüşü ancak kayıp cesedin (gerçek ya da metafor olarak) yeraltından çıkarılmasıyla mümkün olabilecektir. Aksi takdirde yas nesnesi var olmayan ama bizi terk etmeyen bir hayalet gibi ruhsallığımız istila edecektir.
Yas çalışması tek başına bilinçdışı süreçlerin güdümünde bilinçli bir duygusal-zihinsel faaliyet olarak doğru çözüme ulaşmaz. Bu çalışmanın diğer yüzünü devletin ‘derin’ tarafının bilince çıkarılması, kayba yol açanla kaybı yaşayanın arasındaki ilişkinin tekrar düzenlenmesi oluşturur.
Psikanalizin bilgisi sadece klinik bir yas çalışması, bireyin ruhsallığıyla sınırlı değildir ve olmamalıdır. Faili meçhul kayıplar açısından baktığımızda, toplumsal/siyasal bağlam içinde yapılacak düzenlemeler yoluyla daha iyi bir yas çalışmasının nasıl olabileceğine dair bir alternatif de sunabilir.
Ülkemizde sosyal bilimler, özellikle de psikoloji bilimi, memleketin sosyo-politik süreçleri ve bu süreçlerin insan ruhsallığına dair etkileri üzerine kelam etmekte, çekingen hatta isteksiz davranmıştır.
Uzun yıllardır devletin dayattığı militarist politikaların yarattığı travmalara dair bu sessizlik, sadece basit bir çekingenliğe işaret etmez, aslında psikoloji ve psikiyatrinin ideolojik işlevini de ortaya serer. 12 Eylül faşizmi döneminde, apoletli psikiyatrlar türemiş ve zatlar travmayı militanların çocukluğuna taşımaya çalışmış ve iradi seçimler sonucu devrimcileşmenin bir tür ‘sapma’ olduğunu kanıtlamayı denemişlerdir.
Militarist politikalardan kaynaklanan ve doğrudan sınıf çatışmalarının tezahürü olan bir sosyal travma yerine, zedelenmiş çocukluğa dayalı bireysel bir hikaye ikame etmeye çalışarak, ideoloji hizmetinde psikiyatrinin en güzide örneklerinden birisini serdetmişlerdir.
Devlet ile PKK arasında müzakerelerin yürütüldüğü ve siyaseten barışın tesis edilmeye çalışıldığı bu dönemde toplumsal barış üzerine sosyal bilimlerin ve psikanalizin de bir şeyler söylemesi mümkündür. Zira siyaseten barış, doğal olarak toplumsal barışı getirmeyecektir.
Faili meçhul kayıplar konusunda zikredilen rakamlar her zaman değişken ve tartışmalı olmuştur. Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) verilerine göre gözaltında kayıp sayısı 757, faili meçhul cinayet sayısı 1901’dir. Kimi zaman 15.000 seviyesinde belirtilen bu rakam gayri resmi verilere göre 4000 kişi civarında sabitleniyor gibi görünüyor.
Türkiye, Gözaltında Kayıplara Karşı Önlem Sözleşmesini halen imzalamamış bir devlettir.
Gözaltında kayıplara karşı ilk örgütlü mücadele ise, kayıp yakınları ve insan hakları savunucularınca Hasan Ocak’ın devlet tarafından kaybedildiği-katledildiği ortaya çıkınca 27 Mayıs 1995'te başlatıldı. Büyük bir özveri ve kararlılıkla yürütülen bu mücadele daha sonra ''Cumartesi Anneleri/Cumartesi İnsanları'' adını aldı.
Peki psikanaliz bize kayıp ve yas olgusuna dair neler söyleyebilir? Söylediklerinin toplumsal barışı inşa etmede, yaraların onarımında bir kıymeti olabilir mi?
Bu konuda fikir belirtmeden önce, çok da mesleki bir dile kaymadan psikanalizin yas olgusuna bakışından söz etmekte fayda var.
Psikanaliz neredeyse toplamda kayıpları hikaye eder aslında. Biyolojik olandan toplumsala doğru hareket eden insan yavrusu daha yaşamın başında kayıplarla tanışır.
Bebeğin anneyle olan, ikimize bir dünya cennetini yitirmesi, bebek-anne sembiyozunun kırılması, o eşsiz bağın zedelenmesi ilk kayıptır. İkinci kayıp çocuğun bir cinsiyet rolüne yerleşerek diğer cinsiyeti yitirdiği hayali hermafrodit pozisyonu kaybetmesidir.
Unutmayalım ki, bebekler cinsiyetsizdir. Daha doğrusu ruhsal açıdan çift cinsiyetlidir. Üçüncü kayıp, kendini kadir-i mutlak, yetişkinler üzerinde hüküm sahibi gören, bu fantezilerle donanmış varlığın, aslında küçük olduğunu, yetişkinlerin üzerinde hükmü olmadığını hatta eşiti bile olamadığını idrak ettiği yani kuşak farkını görmesiyle ortaya çıkan kayıptır.
Ebeveynden ayrışmaya başlayan, kendi egosunun inşaatına girişen küçük canlının, bizatihi egosunu kuran aslında kayıplardır. Bu kayıplar zaman içinde, içimize aldığımız ebeveyn temsilleriyle, iç nesneler yoluyla telafi edilmeye çalışılır.
Freud, Yas ve Melankoli isimli makalesinde bir nesneyi yitirdiğimizde, nesneye bağladığımız, yatırdığımız enerjinin mahiyeti üzerine fikir yürütür. Bir nesneyi kayıp yoluyla yitirdiğimizde (ölüm-ayrılık), libido dış dünyadaki tüm bağlantılarından geri çekilir. Her ne kadar kayıp yerine ikame edilen nesneler bulunsa da, kayba bağlı bu libidinal konum kolayca ve gönüllü olarak terkedilmez. Nesneden vazgeçeriz ama onun sevgisinden vazgeçemeyiz. Kimi yitirdiğimizi biliriz ama neyi yitirdiğimizi bilmeyiz. Bu durumda libido, dış dünyadan egoya geri çekilir. İçimize aldığımız kayıp nesne, yas nesnesi ruhsal yapı içinde asimile olup dağılmaz, hem ben hem de ben olmayan olarak içeride taşlaşıp kalır. Kaybın şiddetine bağlı olarak bazen gerçeklikten hızla uzaklaşma ve içerideki kayıp nesneye yapışıp kalma durumu ortaya çıkabilir.
Freud açısından yas, melankoliye nazaran daha olgun bir ruhsal durumdur. Yasta dünya boş ve ıssız algılanırken, melankolide ıssız ve boş olan bizatihi egodur. Yas nesnesi, kendi ruhsal gerçekliğimizde defalarca öldürüp, dirilttiğimiz bir nesnedir. Bilinçdışı seviyede bu nesne hem sevilir hem de nefret edilir. Sevilir çünkü bizim için yaşamı manidar kılmıştır, nefret edilir çünkü gidişiyle bizi yalnız bırakmıştır. İçe alınan bu nesneyle olan muhasebenin en zorlu biçimi, intiharda görülür. İntihar etme davranışı ilginç bir biçimde narsistik bir yan barındırır. İnsan kendine zulmeden, içe aldığı yas nesnesini yok etmek ister. Yani esasında insan ölmek değil, kurtulmak ister. Nesnenin gölgesi egonun üzerine öylesine düşmüştür ki, geriye karanlıktan gayrı bir şey kalmaz.
İnsan yaslı, yaralıyken bilinçdışı seçtiği libidinal yatırım alanları vardır. Yaşam enerjimizi canlandıracak yeni ocaklar bulur ve bağlanırız. Bu seçimler her zaman akli değildir. Bazen kişi kayıp duygusunu telafi etmek için, bir ideale, ideolojiye, politik bir lidere, siyasi bir oluşuma aşırı yükle bağlanabilir.
Özellikle politik-militer süreçlere bağlı kayıplarda, bu lider, önder, ideoloji şehadet kültüyle de kuşatılabilir, hatta lider ya da ideoloji kutsal bir hüviyet kazanmaya başlayabilir. Örneğin, Abdullah Öcalan’ın Güneş metaforuyla anılması, doğduğu köyde yapılan kutlamalar, neredeyse bu evin tavaf edilmesi, oradan alınan toprağın adeta kutsal hüviyete bürünmesi, yaşanan kayıplara karşı bir savunmadır.
Kimi zaman yas nesnesiyle bağlantılı olan nesneler hayatımıza dahil olur. Bağlantı nesneleri adı verilen bu nesneler, hatıralarla defalarca kaybetme-bulma oyunu oynanır ve bu yolla yas süreci çalıştırılır. Özel hatıralar, belli yerlerde saklanır, arada bir çıkarılıp bakılır. Nesneler ‘ortadan ‘ kaldırılır, tekrar ortaya serilir. Bu oyunun niteliği daha sonra idrak edilebilir. Misal ölen annesinin diş fırçasını aylarca kullanan bir evlat, nesneyi oral açıdan içe alma, çalkalama ve tükürme yoluyla bu yas sürecini çalıştırdığını, içe lam dışarı atma mekanizmasını tekrar ettiğini fark etmez.
Peki ortada, ölen kişi yoksa ne olur?
Bir insan öldüğünde, ölünün simgesel düzen içinde, kültür evreni içinde uygun biçimde uğurlanması önemlidir. Bu iki duruma işaret eder. Birincisi yas sürecini başlatır, ikincisi ölenin ‘ben ‘ değil ‘O’ olduğunu ve artık geri dönemeyeceğini kesinleştirir.
Bir insan öldüğünde bize gerekli olan o kişinin naaşı, ölü bedeni, cesedidir. Ceset tüm ölüm-yas sahnesini kuran esas aktördür, bu açıdan her naaş yas adına konuşan bir cesettir.
Kişi öldüğünde bedenini süslemek, yıkamak temizlemekle başlar süreç. Herkesin inancına, meşrebine göre bu ritüeller değişse de, bizim topraklarımızda, yemek verilir, mevlüt okutulur, mezar yaptırılır, helva kavrulur, ağıt yakılır, taziyeler kabul edilir, cenaze namazı kılınır.
Ez cümle ölü belirli ritüeller aracılığıyla uğurlanır ve nihayet tam olarak ölü hale gelir. Bütün bunlar sağlıklı bir yas süreci için kaçınılmaz gereklerdir.
Faili meçhul kayıplarda bu durum hayli sıkıntılıdır. Yani ortada naaş, ceset, ölü-beden yoksa sembolik evrende bir yırtık oluşur. Bu yırtıktan içeri kaçınılmaz olarak hayaletler dolar. Gerçi bir açıdan bakıldığında meçhul olan fail değildir, fail bellidir.
Meçhul olan nesne, kurbanın naaşıdır. Naaşın akıbeti bilinmediğinde, nesnenin yokluğunda, ölüm simgesel evren içinde işlenemez hale gelir. Ritüele uygun biçimde uğurlanmayan ölü, artık sadece ölü değil yaşar-ölü, yani bir hayalettir.
Çünkü ölü bedenin yerleşeceği bir mekan yoktur, tüm mekanlar ve ruhsallık onun potansiyel yerleşimi olur ve yas her ilişkiye, tüm coğrafyaya yerleşir. Öleni uğurlayacak, yasımızın yolunu açacak ritüellerin hiçbirini yapamadığımız için ruhsal felç durumu yaşanır.
Kültürel-simgesel düzendeki bu delik, ruhsal dünyada bir kıymık olarak tezahür eder. Hayalet formundaki bir kıymıktır bu. Yokluk yavaşça varlık halini almaya başlar. Ve anneler, kaybedilmiş çocukları dönecek diye, iç ve dış evren arasındaki bu yırtılmayı onarmak için, beyhude yere evlerinin kapılarını açık bırakarak yatarlar, kapının kilitlenmesine tahammül edemezler. Bir gün kayıp nesne, o kapıdan içeri girip yokluğu telafi edecek, içerideki kıymık ta kapıdan dışarı tahliye olacaktır.
Bir başka sorunlu olan, kayıp kişinin, naaşın akıbetinin bilinmeyişi sonucu ortaya çıkan hayali enformasyondur. Sonucu ya da durumu bilemediğimizde, belirsizliğin yarattığı anksiyetenin üstesinden gelmek için, bu alanı, meşrebimize göre hikayeler, fanteziler ve sorumlularla donatırız.
Böylece kayıp kişinin naaşının yokluğu, oradaki boşluk, fantezilerimizi yansıttığımız bir ara yüzey haline gelir. Daha sonra bu fantezilere yaptığımız yatırım da, yasımızın niteliğini ve yönünü tayin eder.
Devlet kayıplar konusunda kapı duvar gibidir. Bu da ilginç bir durumdur, fail bellidir ama görünmezdir. Bir gece ansızın gelebilecek olan bu fail, derinde bir yerdedir. Bu bilinirlik ama görünmezlik, içi yaratık dışı insan olan görüntü, faili tekinsiz hale getirir. Tekinsizlik duygusu, belki de tüm duyguların en tedirgin edici olanıdır.
Ölenin naaşı ortada yoksa, öncelikle inkar mekanizması devreye girer. Kişinin ölümü kabul edilemez ve takıntılı biçimde yas nesnesinin peşine düşülür. Bu bir yandan, politik açıdan kayıplar mücadelesi olarak pekişirken ve olumlu bir direnç, direniş odağı olur, yas için dönüştürücü bir rol oynarken bazı açılardan da olumsuz sonuçlara yol açar.
Kayıp kişinin hayaliyle, sürekli uğraşma, ölümü inkar etme, zamanı durdurma eylemi haline gelir. Zaman durduğunda yas nesnesi ebedileşmiş hale gelir.
Yasla başa çıkmanın bir diğeri yolu, yas imgesinin bağlandığı yatırıldığı, ebedileştirildiği uygun depo alanları yaratmaktır. Nitekim, kayıp ya da şehit yakınları dernekleri, şehitlikler, sembolik anıtlar ve kültün yüceltilmesi yasın, tekrar tekrar üretilmesi ve ebedileşmesine yol açar.
Bu durumunda hem travmatize edici hem onarıcı, ikili ve paradoksal bir işlevi vardır. Kayıp nesnenin yerini bir coğrafya alabilir, bu durumda tüm coğrafya yas mekanı olur. Devrim de yasın ertelendiği başka bir yüzey halini alabilir. Misal Musevilerin kaybı, mısırdan çıkarılmaları ve yurtsuzlaşmaları 3000 yıl boyunca, vaat edilmiş topraklara yasın yansıtılmasına yol açmıştır. Yine de bu durumlar üzerinde psikanalitik spekülasyon yapmanın risklerini unutmamak gerekir. Fazla psikolojizm zararlıdır.
Bir başka mesele yasın kuşaklararası aktarılmasıdır. Yolanda Gampel ve Pier Fedida isimli psikanalistler, yasın radyoaktif bir iz gibi kuşaktan kuşağa aktarılmasından, sonraki kuşağın önceki kuşağın yasını taşımak zorunda kaldığından, ortadan kaybolmanın hem nesne hem de kendilik adına yarattığı problemlerden dem vurmuşlardır.
Yasın kuşaklar arası aktarımı bazen, kurucu bir mitos işlevi de görebilir. Seçilmiş travmaya bağlı olarak bir kültür kimliği kurulduğunda bu yas bir kez daha ebedileşir ve yasın hatırasına hürmet etmeyenler, o kimliğin parçası olarak kabul edilmezler. Cemaatin belleğinde yaşama vaadi yine de yası yatıştırmaz.
Yası pekiştiren harici durumlar da vardır. Misal Kürt coğrafyasındaki kayıplarda, aileler önceleri kayıplarının peşine düşmekte, resmi makamlara dilekçe vermekte hatta bazen bulunan naaşa sahiplenmekte tereddüt etmişler ya da harekete geçememişlerdir.
Bu ailelerin korkusu çok anlaşılır bir korkuydu. Evden, ailenin bir üyesi kaybedildiğinde, ailenin kalan üyelerini korumak, devletin vahşi gazabına uğramamak için, kalanlar adına ölenin izini sürme, naaşa sahip çıkma davranışı bastırılmış, öncelik ailenin diğer üyelerinin sağ kalımına verilmiş, hatta aile üyeleri bu coğrafyanın dışına, büyük şehirlere, melanetten uzak olacakları bölgelere gönderilmiştir.
Aslında çok zor olan bu seçimin yarattığı travma ve suçluluk, en az kayıp kadar güçlüdür. Hatta kayba karşı suçluluktan öte, bir ihanet hissi dahi yaşatabilir. Çok çetrefilli ve özel olan bu durum üzerine ne çok bilgimiz ne de ilgimiz vardır.
Yakınlarının akıbetini sorgulayamamaya ek olarak, insanlar şikayet ya da adalet mercii bulamamış, hakaret ve kötü muameleye maruz kalmış, örgüt üyesi olmakla suçlanmıştır. Bu faktörlerde yası pekiştirmiştir.
Bu yasla başa çıkmanın yolu her şeyden önce, yaşar-ölüleri hayaletleri simgesel düzene uygun biçimde tekrar öldürüp gömmektir. Bunun için bilinçdışına bastırılmış gibi gömülmüş olan kayıp bedenleri, gömüldüğü yerden çıkarmak, ailenin evrenine tekrar kazandırmak gerekmektedir. Bu nedenle sadece bu alan yönelik hakikat komisyonlarının kurulması elzemdir. Devletin sorumluluğunu kabul etmesi hatta özür dilemesi önemlidir.
Yasını ebedileştiren bu ailelere, yeni idealler tesis etmeleri için yardımcı olmak önemlidir. Zira unutmamak lazım ki, devrim olmayıp barış olduğunda da, yasını sağlıksız bir kaydırmayla devrim idealine yatırmış olan aileler bir kez daha kayıp duygusu yaşayacaktır. Bedenden sonra, bu defa idealin kaybını da yaşayacaklardır.
Bu aile bireylerinin kayıplar mücadelesi içinde aktif biçimde örgütlenmesi, bir açıdan onarıcı ve dönüştürücü bir işleve yol açacaktır.
Donmuş zamanın tekrar akması, ebedi yasın çözülmesi için, bu ailelere yönelik yas çalışmaları yapılmalıdır.
Sonuç itibarıyla bitmeyen yasın sona ermesi için, naaşın ortaya çıkması kaçınılmazdır. (OŞ/ÇT)