“Bursa’daki ve Sivas’taki aile geçmişim için, dedemin sonsuza dek kayıp kızları için bu kitap bir tür adressiz mektup, iki kelimelik bir cümle oluyor ve sadece şunu söylüyor: Duy beni.” Ana Arzoumanian “İnsan Deposu” adlı kitabının Türkçe basımı için yazdığı önsözünde böyle diyor.
Ana Arzoumanian hakkında1962’de Buenos Aires’te doğdu. Aile kökleri Bursa ve Sivas’a dayanıyor. Salvador Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni Hukuk Felsefesi öğretmeni olarak bitirdi. Buenos Aires’teki Lacancı İntibak Okulu’nda psikanaliz üzerine yüksek lisans eğitimi aldı. Labios (Dudaklar, 1993), Debajo de la piedra (Taşın Altında, 1998), El ahogadero (İdamhane, 2002) ve Ciiando todo acabe todo acabarâ (Her Şey Bitince Bitecek Her Şey, 2008) isimli şiir kitaplarının yanı sıra, La mujer de ellos (Onların Kadını, 2001), M ar Negro (Kara Deniz, 2012), Del vodka hecho con moras (Böğürtlen Votka Limon, 2015) isimli romanları ve La granada (Nar, 2003), Mıd (Benim, 2004), Juana I (2006) isimli öykü kitapları vardır. İspanya kraliçesi Juana’nın iktidar kavgalarına odaklanan şiirsel anlatısı Juana I, La que necesita una boca (Bir Ağzm İhtiyacı) isimli tiyatro oyununa esin kaynağı oldu. insan Deposu ile Fundaciön Proyecto al Sur tarafından verilen Lucien Freud Ödülleri’nde derece aldı. Ermeni Soykırımı ve Arjantin’deki askeri diktatörlük sırasında kaybedilen insanların hikâyelerini anlatan A - Diâlogo sin fronteras (Sınır Tanımayan Diyalog, Ignacio Dimattia’yla birlikte) isimli belgeseli çekti. Arjantin ile Ermenistan arasındaki kültürel bağların gelişmesi için çalışmalar yaptı. Halen FLACSO (Latin Amerika Sosyal Bilimler Fakültesi) bünyesinde dersler veriyor |
“Dönemeyenle Kalanın Hakiki Buluşması” başlığıyla kaleme aldığı Önsöz’de “Osmanlı imparatorluğumdaki Ermenilerin tehciri ve katlinde, bu yok edişi takip eden eylem anlatmak olmadı, anlatmamak oldu. Adlandırmayı bırakmak da bir politikadır, eski isimler silinir, yenileri bulunur, ideolojik bir temel için semantik değişiklikler yapılır” cümleleriyle anlatışız bırakma, dilsiz bırakmanın tarihini kısaca özetliyor.
Orijinal adı “El Deposito Mumano” olan 171 sayfalık kitap 25 denemeden oluşuyor. Aras Yayıncılık’ın yayınladığı Türkçe baskısına bir altbaşlık eklenmiş: “Kitlesel şiddet halklara ne yapar”. İspanyolcadan Bülent Kale’nin çevirisiyle yayınlanan kitap, bu altbaşlıkla bugün Türkiye’de yaşanan ölümlerin günbegün artmasına neden olan çatışmalı ortama da gönderme yapıyor. 100 yıldır bu topraklarda çok bir şeyin değişmediğini ve siyasi erkin her dönemde benzer bir tavır içinde olduğunu tekrar hatırlatan “İnsan Deposu”ndan “Boşluğun Sınırları” başlıklı makalesini yayınlıyoruz.
Makale Ümit Yaşar Oğuzcan’ın “İki Kişiye Bir Dünya” şiiriyle adım adım ilerliyor. İmkansız bir aşkın hikayelendiği şiir için Arzoumanian, “Dokuz yüz dizelik bu senfonik şiir, en geniş anlamıyla okunduğunda, bahsi geçen âşık ve maşuk figürleri birlikte yaşayamayan ve mahvolan iki halk olarak ele alınabilir” diyor.
Boşluğun Sınırları
Felakete özgü olan şey parçalama gücüdür. Kurbanın olduğu kadar katilin de dünyasında yaşanan bir parçalanmadır bu. Tarsus’ta doğan, Türkiye’nin en verimli şairlerinden Ümit Yaşar Oğuzcan 1957’de yayımladığı İki Kişiye Bir Dünya isimli kitabında, basit ve duru bir dille, birbirini seven iki kişi arasındaki imkânsız kavuşmayı anlatır:
Tanrının bıraktığı yerden biz başlayalım
Üç milyar insanın yansını sen öldür
yarısını ben
Üç kişi kalsak yetişir yeryüzünde
Yaklaş bana
Seninle kardeş değiliz
Dokuz yüz dizelik bu senfonik şiir, en geniş anlamıyla okunduğunda, bahsi geçen âşık ve maşuk figürleri birlikte yaşayamayan ve mahvolan iki halk olarak ele alınabilir.
Kim kurdu bu düzeni nerdeyiz
Bu tekerlekler nasıl dönüyor boşlukta
Bu umutlar bu dualar bu kahrolası hayaller
Nasıl bunca yıldır banndırdı bizi
Bu katı yürekli topraklar
Bu gülünç mezartaşları
Ölümler ölümler ölümler
Ölümlerden beter yalnızlığımız
Bu macera ne zaman bitecek söyleyin
Söyleyin ne zaman aydınlanacak
Bu karanlık alın yazımız
Eğer kurbanın bedeni delik deşik olmuşsa, katilin insanlığı olur sonunda mahvoluşa giden yine:
Ya savaş meydanlarında yitirip bulamadığımız gerçek
Engizisyon işkenceleri yirminci yüzyılın
Fırınlar
Gaz odaları
Kitle halinde ölümler
Karasineklerin konduğu çürümüş et yığınları
Yaylım ateşleriyle delik deşik olmuş insanlığımız
O azgın atların çiğnediği kollar bacaklar
O kan çanağı gözler
O süngü uçlarında yükselen kesik başlarımız
Kurbanın durumuna dair aktarım hayatta kalan üzerinden gerçekleştirilir. Katil yerini ölümün hayaletlerine terk eder ve durumunun bir ismi yoktur:
Bizi alçaltan bu kanlı zafer taçları işte
Hangi perdeyi aralasak gece
Hangi taşı kaldırsak çaresizlik
Ümit Yaşar Oğuzcan
Sağ kurtulanın varisi, kabul edildiği kültürün ona sunduğu ya da verdiği malzemeyle kurar kendisini. Ölümcül felaket ve ardından gelen psikolojik tükenişle bellek felç olur. Bir yerin siyasi yapısına dair herhangi bir fikirleri olmayan yeni nesiller yerle bir olmuş sembolik bir soyağacıyla kalırlar. Yine de orasıdır, o sürgün yeridir, elindeki sembolik yapıyı, bu sayede de, sevme kapasitesini tamir etmeyi denediği yer. Fransa ya da ABD'dekinden farklı olarak — çünkü okulları ve eğitim politikaları diaspora unsurlarının formasyonuna müdahale eder—Arjantin’de süreç çok daha yavaş, hatta daha dramatiktir. Belki de Arjantin’in kendi politik doğasından, “bir ırklar potası” olarak doğmasından dolayı; ya da hayatta kalanlardan “Amerika’yı yaratmak” arzusundan dolayı Arjantin kültürü yeni nesillerin sembolik açıdan onarımına katılmakta geç kalmıştır. Eğer topluluğun büyük kısmının kapalı, yani yalnızca Ermenilerin olduğu Ermeni okullarında eğitim aldığını dikkate alırsak, verimli bir kimlik temeli olarak çeşitlilik dinamiğinin uzun zaman dizginlendiği görülür.
Yerleşilen ülkelerin kültürel araçlarıyla gerçekleştirilen kültürel yeniden yapılanma, bireysel hayatların öznelliği besleyen alanını özgürleştirir ve korur. Uluslararası toplumun Ermeni Soykırımı’nı tanımadığını ve tanınma sürecinin bugün de halen devam ettiği dikkate alındığında, yerleşilen ülkeler, peşlerinden gelmeyen bir “öteki”nin yetimi olan hayatta kalanlara bir mevki vermek için elzem olan üçüncü kurumsal taraflardır. Kuşaklar tarihinde, yani askıdaki bir ilişkiyi nitelemenin eksik sözcüğüyle, kendine bir varoluş bahşeden şu performatif sözcükle, bir tür beyaz bellek riski altındaki yeni nesiller konuşmaya ve yazmaya, ancak ölüler kayıp olmayı bıraktıklarında, Jean Luc Nancy’nin deyişiyle artık “çalınmış ölümler” olmayı bıraktıklarında başlarlar. Düşüncede bir yerleri olduğunda, bir başka Arjantinliyle konuşurken sohbette yer bulmuş olmaları halinde. Böylece, Arjantin kültürü, miras alınan şiddeti etkisiz hale getirmenin mümkün olduğu bir siyasi coğrafya, bir alan inşa etme işlevi görmüş olur. Biraz yukarıda, bu sürecin Arjantin’de, Fransa ve ABD’de gerçekleşenden farklı olarak, dramatik bir çizgide ilerlediğini söylemiştik. Sağ kurtulanların ve onların devamı olan nesillerin sembolik ve kurumsal güçsüzlüğüne daha sonra, siyasi rakibini öldürmek ve sesini kesmekle tehdit eden bir terör ve Arjantin kurumlarındaki kaos da eklendi. Bu yüzden, üzerinden on yıllar geçtikten sonra daha yeni yeni Ermeni toplumu psikolojik sıkıntılardan ve yoksunluklardan şikâyet edebiliyor.
Meşru baba figürünün eksikliğinde, anne-oğul İkilisi yanlarına gelecek üçüncü terim olarak kıyıcı figürünü buldu. İhtiyaç duyulan kurumsal araçları sunan yerleşilen ülke kültürü, travmatik deneyimin aktarılabilir miras olarak “başka bir dilde” söylenmesini mümkün kılar. Bir tanık olarak bu yabancı-Arjantinli, söylem ben-sen-o’yu yeni konumlara yerleştirerek yeniden düzenler. Öznenin toplumsal konumu, katil devlet tarafından müsadere edilmiş olmaktan ötürü, Janine Altounian’ın çok iyi açıkladığı gibi, çift yönlü bir ilişkiye girebilmek için, bir sevgi taşımak için meşru siyasi ve hukuki koşullar ve adalet talep eder.
Bir çocuk doğdu, bir travmanın doğması gerektiği yerde.* Elie Wiesel’e göre, sağ kurtulanların yeni hayâdan, çoğu zaman hissetme kapasitesini yitirmiş olan diğerleriyle sahte bir ilişkiye dayanır. Boşluk, hayal kurma kapasitesine ket vurur ve böylece yeni bağların kurulması için yeniden bir mevki verme ihtimaline müdahale edilmiş olur:
... nasıl da düşler kurduruyor karanlık
ama biz düş görmek istemiyoruz, o zaman söyleyelim:
Acele edin, hadi, yakın bütün ışıkları...!
Baruyr Sevag** (AA/HK)
* Alicia Gamondi, “Los tınos y los otros. Del impacto de la violencia sociaı en el psiquismo de las distintas generaciones”, El derecho a la verdad, Turquıa, armerıios y kurdos içinde, Instituto de Movilizador de Fondos Cooperativos, Buenos Aires, 2008.
** Asıl ismi Paruir Rafaeli Ğazaryan olan Ermeni şair Paruir Sevag, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nde (SSCB) Ermenistan’da 1924’te doğdu. 20. Yüzyılda yetişen en önemli Ermeni şairlerden biri olarak kabul edilir. Eserlerinde SSCB yönetiminin yozlaşmasını eleştirdi. 1971’de bir araba kazasında hayatını kaybetti. Rejim muhalif olduğu için Ermenistan’da KGB tarafından öldürüldüğüne inanılır.