uzunca bir süredir aklımızdan geçen bir etkinliğe gümüşlük akademisi’nde bu hafta başladık:
“birlikte okuyoruz”
buluşma tarihini hep olduğu üzere, katılımcılar belli olmadan önce belirlediğimiz için “katılmak isterim” diyen sayısı daha fazla olduğu halde dört kişi başladık birlikte okumaya. düzenleyenler, yani ceren ünlü ve benim dışımda koşulları uyan iki kişi vardı: bir emekli öğretmen ve bir emekli sinemacı!
iki buçuk-üç saatin nasıl geçtiğini bilemedik. herkes çok keyif aldı. birlikte okumak, birlikte düşünmek, düşündüklerimizi tartışmak ve birlikte keşfetmek... hepsi vardı.
aslında o kısa süre zarfında bir yolculuğa çıktık. birlikte kimisini bildiğimiz, kimisini bilmediğimiz coğrafyalara, belki de dünyalara doğru bir yolculuktu bu.
isterseniz ve size iyi gelecekse “astral” bir yolculuk olduğunu da düşünebilirsiniz o yolculuğun...
sait faik’le yolculuk
sevgili ceren’in buluşmanın en sonunda okuduğu ve bir yıl önce yazdığı küçük bir öykü bu yolculuğa sait faik’i de fiilen kattı. çünkü o öyküde anlatıldığı üzere sait faik zaten aramızda ve bizimle birlikteydi gerçekten de...
onu fark ettiğimizde, önce “bu yaptığınız da iş mi” der gibi bize biraz “bıyık altından güldü”. sonra onun taa 1947’de yazdığı “lüzumsuz adam” öyküsünü birlikte okuyup, öyküde anlattığı, aslında kendisi olan “mansur bey”i keşfettiğimiz zaman yaptığımıza ve bize hak verdiğini, gülümsemesinin hikâyelerindeki insanların durumlarında olduğu gibi değiştiğini hissettik.
okuduğumuz o hikâyede “mansur bey” diye “lüzumsuz” bir adamı anlatıyordu.
istanbul’un bir mahallesindeki beş sokakla bir caddeye kendisini kapatmış ve yedi senedir o dairenin dışına çıkmamış bir insanın hikâyesidir bu. ünlü ünsüz pek çok yazarın yarattığı pek çok kahramandan birisidir.
o yüzden bizim de aklımıza ilkin onları getirir, hiç birinden söz etmeden, kendisinden başka kimseyi doğrudan kastetmeden.
gonçarov’un “oblomov”uyla, turgenyev’in “rudin”i ondan daha eski zamanların insanlarıdır. lüzumsuz adam’dan yaklaşık “yüz yıl” önce yazılmış.
ama yazıldığı dönemlere daha yakın olan, üstelik de içerideki başka yazarların, yusuf atılgan’ın, aylak adam’ındaki “c” ile ya da oğuz atay’ın tutunamayanlar’ındaki “selim ışık”la da benzeşebilir. hatta becket’in godot’u beklerken’ini, musil’in niteliksiz adam’ını, camus’nun yabancı’sını, kafka’nın dönüşüm’ünü, joyce’u, sartre’ı da, belki abdülhak şinasi hisar’ı da anımsayabiliriz sait faik’in ve mansur bey.
ama daha yakın olduğumuz, işkembeci bayram, portakalcı solomon, garson bekir gibi çevremizdeki kimi kişileri, ya da kentsel dönüşüm gereği yıkılan binalar, bir türlü düzene girmeyen sokakları ya da yaşadığımız olayları da aklımıza getirebilir bu küçük ama neredeyse eksiği olmayan hikâye.
onu okurken bizim konuştuğumuz ve tartıştığımız pek çok konuyu da konuşabilir, tartışabilir, yanıtı olan ve olmayan pek çok sorular sorarak onlar üzerinden kendimizi, zamanımızı başka türlü görüp anlayabilir, bizde olduğu gibi kimi ışıkların beynimizin kıvrımları içinde dolaşmasını, aydınlanmasını parlamasını sağlayabilirsiniz. bir öyküden ve okuma fiilinden de zaten başka ne beklenir ki!
ama hemen söyleyelim ki hepsinden de farklıdır, “yazan bir insan”ı kastettiği için adı “mansur” olarak seçilmiş o insan. belki sait faik’tir en çok ama, küreselleşmiş kapitalizm ve onun olumsuzluklarına karşı kendi içinde kurduğu dünyasında yaşayan herhangi birimizden de farklı değildir özünde.
zaman değişse de dertler aynı
o yüzden lüzumsuz adam bize ilkin “kaçan bir insan”ı aklımıza getirir. sait faik de dikkâtimizi ona ve kendi kaçkınlığımıza yönelmemizi istiyor özünde, sonra da düşünmemizi: üstelik de bu kaçkınlığın aslında bir dışlama ve yalnızlaştırma faaliyetinin sonucu olduğuna çekiyor bizi.
diyeceğim o ki derdimiz aynı!
kapitalizm insanı sömürmek için güçsüz bırakıyor, güçsüz bırakmak için de önce yalnız ve tek başına bırakıyor ve yalnızlaştırıyor. bunu “birey” olma gibi bir kılıfa sarmalasa da özünde “birey” olmayı “bireyci” ya da “bencil” olmayı dayatan tutumuyla yapıyor ilkin. bu tutum insanı güçsüzleştirmenin ilk ama albenisi en yüksek adımı. tabii ki bir yalıtmanın da başlangıcı.
tabii o küreselleşmiş evresine görmediği, tanık olmadığı için bu durumun kendi naifliğinden kaynaklandığını düşünüyordu belki, onun için bir sempati boyutunu da satır aralarına yedirmişti. sistemin bir türlü içine gir(e)mediği için de belki de kabahatin kendisinde olduğunu düşünüyordu içten içe.
oysa gerçek bu değil! birinci ve tek sorumlu o yaşantıyı dayatan kapitalizm. şimdi de “küreselleşmiş formu” aynı şeyleri hiçbir ayrım yapmadan herkese dayatıyor. önce insanı bireyci ve bencil yapıyor, bunu yapamadığı ve erki altına alamadığı zaman çeşitli yollarla “onu kendi içine” ve bazen de gerçek zindanlara hapsederek güçsüzleştiriyor.
tabii bir de tüm bunlara bulaşmamak ve “azade” olmak için ve sistemin dayatmalarına itiraz etmek ve onun dışında kalmayı yeğlemek de sonucu yine aynı olan bir başka somut durum. bu amaçla coğrafya, alan, mekan ve yönelimi değiştirmek, bir anlamda “kaçmak” tam da bu yüzden pek çoğumuzun yaşadığı bir gerçeklik.
doğrudan olandan kaçmanın yolu yok, ama bu ikinci biçimini gerçekleştirmek için, böyle olmayı istemek ve bunu yapabilecek olanaklara sahip olmak gerekiyor. şimdilik bir ayrıcalık gibi duran bu durumdakilerin sayısı çok değil ya da benim gibi bazı “özel mekânlar”a yoğunlaşmış bir durum. ama hangi nedenle olursa olsun her ikisi ve sonuçtaki hâller de aslında aynı...
başka bir deyişle ister sistemin dayatması ve zorlamasıyla, ister sisteme itiraz etmekten kaynaklanan tutumla sistemin dışında ve daha az etkilenecek bir mesafede durun sonuç “tek başına” kalmak ve “yalnızlaşmak!”
günümüzde buna bir “çözüm” olarak sunulan sanal sosyal ağların bu kadar çoğalmasının, herkesi içine almasının, kimseye başka bir yol bırakmamasının gerekçesi de özünde tam da bu! üstelik onun aracılığıyla bu yalnızlaşmanın fiili buluşma ve birlikte davranmaya varması da yine aynı sistem tarafından çok taze yaşadığımız bir örneğin gösterdiği gibi istenmeyen bir “yan etki” durumunda.
yalnızlığa karşı birliktelik
dolayısıyla çözüm de yalnızlığa karşı bir eylemde bulunmaktan geçiyor. çokluğun yalnızlığını, çokluğu çoğaltarak değil ama bir arada yan yana duranları çoğaltarak aşmak hepimizin farkına varıp benimsemesi gereken bir seçenek. tabii ki burada bir ikinci sonuç olarak “dayanışma” olgusu da çıkacak ortaya ama onun öncesi de en az onun kadar önemli “yalnızlaşmaya karşı birlikte olmak.”
gezi direnişi’nin ve küresel kapitalizme karşı verilen her tür mücadele ve direnişin bize öğrettiği, onların değişmez asli unsuru, eylem yöntemi ve davranış biçimi de bu değil mi!
bir insanın 24 saatlik zaman diliminin tamamını kendi isteğiyle “tek başınayken yapacakları için belirlediği zamanlar dışında” birileriyle birlikte olacak şekilde planlamak ve bunu yapmak belki de en güçlü olanak ve potansiyelimiz durumunda.
bu tabii ki çok da kolay değil! bunu uygulamak için özünde güven ve rahatlık (?) gereksiniminden kaynaklanan alışkanlıklarımızı sorgulamak ve akışa kapılmaya itiraz etmek gerekiyor ilkin.
o yüzden “şu an tek başına olmak istiyor muyum” sorusunu hep akılda tutmak ve sormak gerekiyor. yanıt “hayır” ise, hep yapılan hatayı yapmamak ve “kiminle olmak isterdim” deyip yeni olasılık hesaplarına girmek yerine, sokağa çıkmak, aynı şeyi düşünen birileriyle buluşacak yerlere gitmek gerekiyor bence. işte kendimiz gibi ve “çoğalmak, çok olmak isteyen” birileriyle birlikte olmanın ilk adımı bu bence.
ancak ondan sonra, bir buluşmanın gerçekleştiği o anda neler yapılabileceği düşünülmeli hem de. “mümkün” olanların içinde nelerin daha güzel, doğru ve keyifli olacağını düşünmek de ancak ondan sonra düşünülmeli. başka bir deyişle “mutlak olan”ın teklik değil, çokluk olduğu duygu ve düşüncesi önce olmalı ve her an ağır basmalı.
o noktaya gelindiğinde de, gündelik olarak yapılan tüm iş ve eylemleri alt alta yazmak, onların birileriyle birlikte yapılıp yapılmayacağını düşünmek, bunların yanıtlarını bulmak, mevcut olanaklarla bağlantılarını kurmak, buluşmak ve gerçekleştirmek gerekiyor.
düşünmek, okumak, yazmak, eylemek, öğrenmek, iş yapmak, üretmek, yaratmak; yemek, içmek, izlemek, yolculuk etmek, bir yere gitmek, oyun oynamak, eğlenmek, dinlenmek, spor yapmak, sevişmek, hatta uyumak bile birileriyle birlikte yapılabilen eylemlerdir.
üstelik bunları hep ve her zaman aynı kişilerle yapmamak, birden fazla ve farklı kişilerle çoğalarak ve çoğaltarak yapmak da her zaman daha güzel, keyifli, yaratıcı, hem kendini, hem de insanı geliştiricidir.
direniş ve varolmanın tek yolu
toplumun dönüşmesi, değişmesini sağladığı kadar bize saldıran küresel kapitalizme direnmenin de en sağlam ve etkili, bir o kadar da insana az acı veren bir yoludur bu!
paylaşımların, buluşmaların, sanal ortamdan çıkıp gerçek yaşamın içine doğru yöneldiği ve burada gerçekleştiği, ama sanal ortam dahil, bunu sağlayacak her türlü olanağın da kullanmak en doğrusu.
gümüşlük akademisi’nde bunların pek çoğunu zaman zaman farklı biçimlerde yapıyorduk, bu çalışmayla onlara bir yenisini daha ekledik ve başkalarının da mümkün olabileceğini gördük. yine sürdüreceğiz. onu sürdürürken diğer eylem, edim ve fiiller için de algılarımızı değiştirip, “bunun nasıl olacağı” üzerine kafa yoracağız. size de aynısını öneririm. birlikte yapacak çok şey var. (ms/ekn)